28 Kasım 2024 Perşembe

VAROLUŞ GÂYEMİZ; İMAN VE İSTİKAMET

 







A. GİRİŞ

Bir gün Resulullah (s.a.s.)’in huzuruna elbisesi beyaz, saçları siyah, orada bulunan hiçbirinin tanımadığı bir surette Cebrail a.s. gelir:

فَأَخْبِرْنِي عَنِ الْإِيمَانِ،

“İman nedir?” diye sorar.  Resulüllah (s.a.s.) şöyle buyurur:

قَالَ: «أَنْ تُؤْمِنَ بِاللهِ، وَمَلَائِكَتِهِ، وَكُتُبِهِ، وَرُسُلِهِ، وَالْيَوْمِ الْآخِرِ، وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ»، قَالَ: صَدَقْتَ

 “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmendir.” (Buhârî, Îmân, 37)

Hadisi şerifin sonunda Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi.” buyurmuştu.

İnsan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır. İnsanın ruh yönü, yüce bir varlığa inanmak, ona sığınmak, ondan yardım istemek, ona dua etmek ister. İnsandaki inanma ihtiyacı fıtri, yaratılıştan var olan bir ihtiyaçtır.  Allah’a iman, insanın ruhunun derinliklerine konulmuş bir cevherdir. İnsan, aklını, iradesini kullanarak o cevheri bulup, çıkarması, kalbiyle doğrulaması gerekir.

İman Nedir?

Sözlükte “güven içinde bulunmak, korkusuz olmak” anlamındaki e-m-n (emân) kökünden türeyen îmân “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” demektir. İman, Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kaderin Allah’tan olduğuna gönülden inanmaktır. Rahmet Peygamberinin bize tebliğ ettiği tüm hakikatleri kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir. Allah’a sadakat ve teslimiyetle bağlanmaktır.

İman kalp ile tasdik, dil ikrardır. İmanda şüphe olmayacağı gibi, iman esaslarından bir veya birkaç tanesini eksiltme olmaz. İman eden müminin, imanın eseri, onda görülmesi gereken davranış ve haller vardır. Onlardan bir tanesi istikamettir.

İstikamet, “doğruluk, dürüstlük, adalet, itidal, itaat, sadakat ve dürüstçe yaşama” manalarında kullanılmaktadır. İstikamet, dinî ve ahlâkî hükümlere uygun bir hayat sürme, her türlü aşırılıktan sakınma, Allah’a itaat edip Hz. Muhammed’in sünnetine uymaktır. (Mustafa Çağrıcı-Süleyman Uludağ, İstikamet, DİA, 23/348) İstikamet, her türlü aşırılıktan sakınarak, doğruluk üzere, tutarlı ve düzenli bir dini hayat yaşamaktır.

B. KUR’AN-I KERİM’DE İSTİKAMET

İstikamet, Kur’an’ın temel ilkelerinden biridir. Rabbimiz buyuruyor ki:

اِنَّ الَّذٖينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَـتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتٖي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ

 “Rabbimiz Allah’tır” deyip de dosdoğru çizgide yaşayanlar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler: “Korkmayın, kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin! (Fussilet, 41/30)  İstikamet kelimesi tefsir kitaplarında “samimi ve kararlı bir imanla hak ve hayır yolunda istikrarlı, dengeli bir hayat sürdürme” şeklinde açıklanmaktadır.

Tüm peygamberlerin ortak özelliği, (sıdk) doğruluktur. Allah’ın elçileri, asla yalan söylemeyen, doğru ve dürüst insanlardır. Rabbimiz Hz. İbrahim için:

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِبْرٰهٖيمَؕ اِنَّهُ كَانَ صِدّٖيقاً نَبِياًّ

“Bu kitapta İbrâhim’i de okuyup an! Kuşkusuz o, özü sözü doğru bir insan, bir peygamberdi.” (Meryem, 19/41) Yasin Suresinde Rabbimiz:

يٰسٓؕ ﴿١وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِۙ ﴿٢﴾ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَۙ ﴿٣﴾ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍؕ  ﴿٤﴾

“(Ey Muhammed) Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki, sen elbette dosdoğru bir yol üzere gönderilenlerdensin.” (Yasin, 36/2,3,4.) buyrulmakta, Peygamberimizin ve bütün peygamberlerin istikamet üzere oldukları bizlere haber verilmektedir.

Rabbimiz kulları arasından en hayırlı, en iyi olanlarını peygamber olarak seçmiştir. Peygamberler özel insanlardır. Onlar, asla yalan söylemeyen, adalet, doğruluk, güvenilir olmak gibi en üstün insanî değerlerle donatılmış, üstün akıl sahibi, kötülüklerden, günah işlemekten korunmuş, Allah’tan aldıkları vahyi insanlara eksiksiz ulaştıran kişilerdir. Peygamberler ne peygamberliklerinden önce ne de sonra yalan söylemişlerdir.

Yüce Allah’ın Kur’an ile bize bildirdiği, Hz. Peygamber’in de bizzat örnek olup, davet ettiği hak ve hakikat yolu ayet ve hadislerde sırat-ı müstakim ifadesiyle anlatılmaktadır. Her gün eda ettiğimiz namazlarımızda, çeşitli vesilelerle okuduğumuz Fatiha suresinde Rabbimize niyaz etmekteyiz:

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ 

“Bizi dosdoğru yola (sırât-ı müstakîme) ilet!” (Fâtihâ, 1/6.) Sırat-ı müstakim, “her türlü aşırılıktan uzak, dengeli, apaçık, dosdoğru ve hak yol” demektir. Namazını hakkıyla eda eden bir mümin her gün farz namazlarda on yedi, sünnetlerle birlikte ise toplam kırk defa Fatiha suresini okuyarak sürekli sırat-ı müstakim üzere olmayı Rabbinden istemektedir.

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْاؕ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ

 “Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol! Siz de azıp sapmayın. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.” (Hud, 11/112)

Âyette İslâm’ın esasını teşkil eden iki ilke yer almaktadır: Emrolunduğu gibi dosdoğru yaşamak ve haddi aşmamak, yani Allah’ın belirlediği sınırların dışına çıkmamak. Rivayete göre Resûlullah kendisine uygulanması bundan daha zor gelen bir âyet inmediğine işaret etmek üzere, “Hûd sûresi ve kardeşleri beni ihtiyarlattı.” buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsîr, 56) Sûrenin nesinin kendisini ihtiyarlattığı sorulduğunda, “Sana emredildiği gibi dosdoğru ol!” meâlindeki âyetin kendisini ihtiyarlattığını söylemiştir. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, 3/204-205 )

C. HADİSİ ŞERİFLERDE İSTİKAMET

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), İslam’dan önce yaşadığı toplumda Muhammedü’l-Emin olarak bilinirdi. 610 yılında ilk vahyi aldığında korku ve heyecan içinde eve gelen Hz. Peygamber (s.a.s.)’i Hz. Hatice şöyle teselli etmişti: “Allah hiçbir zaman seni utandırıp üzmeyecektir. Çünkü sen akrabanı gözetir, doğruyu söyler, acizlerin elinden tutarsın; yoksullara yardım eder, misafirleri ağırlarsın; haksızlığa uğrayanların yanında yer alırsın.”(İbn Sa‘d, et-Tabakât, 1/195)

Hz. Peygamber (s.a.s.) daha peygamber olarak görevlendirilmeden anlaşmazlıklarda kendisine müracaat edilen ve doğruluğundan dolayı sözüne itibar edilen birisiydi. Peygamber Efendimize (s.a.s.) iman etmeyenler bile onun doğruluğunu kabul etmişlerdi. İslâm’ın ilk günlerinde Peygamberimiz, Mekkelileri Ebu Kubeys Tepesi’ne çağırdığında: “Şâyet ben sizlere şu tepenin ardında, şehri istila etmek isteyen bir düşman ordusu gelip karargâh kurmuş desem, bana inanır mısınız?” diye sordu. Onlar: “Sen asla yalan söylemezsin. Senin söyleyeceğin her şeye inanırız.” dediler. Bunu söyleyenler arasında Ebu Leheb ve Ebu Cehil bile vardı. (İbn Hişam, I,209; Müsned ,III, 425) Bizans Kralı Herakleios Hz. Peygamber’in kişiliği ve daveti hakkında, o zaman henüz Müslüman olmayan Ebû Süfyan’a sorular sormuş, o da: “O bize namazı, doğruluğu, iffetli olmayı ve akrabalık hukukunu gözetmeyi emrediyor.” diyerek cevap vermişti. (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1)

Ticaretle meşgul olan Mekkeliler, şehir dışına çıktıkları zaman paralarını ve kıymetli eşyalarını dönünceye kadar Peygamber Efendimize emanet ederlerdi. Müslümanlığı kabul etmedikleri hâlde ona olan güvenleri devam etmekteydi. Çünkü o, istikamet üzere yaşayan dürüst bir insandı.

“Muallim/öğretmen olarak gönderildim.” buyuran Hz. Peygamber, bir yandan Rabbinden aldığı emirleri bildirirken bir yandan da kendi yaşantısıyla inananlara örnek oluyor, söz ve fiilleri, hâl ve hareketleriyle İslam'ı en güzel şekilde öğretmeye gayret ediyordu. Onun ağzından çıkan her şeyi dikkatlice dinleyerek muhafaza eden sahabiler ise bunların gereğini yapmak için âdeta birbirleriyle yarışıyor, zihinlerini meşgul eden soruları kendisine yöneltmekten çekinmiyorlardı.

سُفْيانَ بنِ عبد اللَّه رضي اللَّه عنه قال: قُلْتُ : يا رسول اللَّهِ قُلْ لِي في الإِسلامِ قَولاً لا أَسْأَلُ عنْه أَحداً غيْركَ . قال: قُلْ : آمَنْت باللَّهِ: ثُمَّ اسْتَقِمْ

Süfyân b.  Abdullah (r.a.): Yâ Resûlallah! Bana İslâmı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim, dedim. Resûlullah (s.a.s.):

- “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdu. (Müslim, İmân 62) Az sözle çok manaları işaret eden bu hadisi şerif bize, Allah katında makbul din,  İslam’ı öz ve kısa olarak tarif ederken, Müslüman’ın istikamet üzere, inancına uygun dosdoğru bir yaşam sürmesi gerektiğine dikkat çekmiştir.

       İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah

      Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah!  (Ziya Paşa)

D. İSTİKAMET VE AHLAK

Abdullah b. Mes’ud’un (r.a.) anlattığına göre Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve etrafında toplanan sahabeye şöyle dedi: “İşte bu Allah’ın (c.c.) dosdoğru yoludur.” Sonra da bu düz çizginin sağ ve sol taraflarına başka çizgiler çizerek, “Bunlar da diğer yollardır ki her birinin başında bir şeytan bulunmakta ve kendi yollarına çağırmaktadır.” dedi. Sonra:

وَاَنَّ هٰذَا صِرَاطٖي مُسْتَقٖيماً فَاتَّبِعُوهُۚ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبٖيلِهٖؕ

 Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun; (başka) yollara sapmayın; sonra onlar sizi Allah’ın yolundan ayırır…” (En’am, 6/153.), ayetini okudu. (Darimi, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/435.) İki ayet (Enfal, 151-152) öncesiyle birlikte değerlendirildiğinde bu dosdoğru yol üzerine olanların özellikleri şunlardır:

- Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak,

- Anne babaya iyilik etmek,

- Fakirlik korkusuyla çocukları öldürmeme,  rızık hususunda tevekkül etmek,

- Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmama

- Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın yasakladığı cana kıymamak,

- Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına, onun iyiliğine olmadıkça el sürmemek,

- Ölçü ve tartıyı adaletle yapmak,

- Söz söylendiği zaman, yakınlar hakkında bile olsa, adaletli olmak,

- Allah’a verdiğiniz sözü eksiksiz yerine getirmek.

 Kısacası Allah’ın bütün emirlerine uyup yasaklarından sakınmaktır.

İstikamet kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de genellikle ahlaki bağlamda kullanılır. İstikamet, İslam’da doğru davranışı, ahlaki tutumu temsil eder ve genellikle bir kişinin İslam’ın temel ahlak ilkelerine uygun şekilde yaşaması gerektiğini belirtmek için kullanılır. Günümüzde kişi ibadet esnasında Allah’ı hatırlarken, ibadetin dışındaki bireysel ve sosyal yaşamda O’nu unutabilmektedir. Yaşanan bu çelişkinin çözümü istikameti hayatının tamamına yayacak şekilde yaşamaktır.

Sözde İstikamet:

İstikamet, sözde gerçeği, hakikati söylemektir. Sözde doğruluk hem yazdıklarımızı hem de sözlerimizi içine alır. Dilin korunması ve doğru söz her hayrın başıdır.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَقُولُوا قَوْلاً سَد۪يداًۙ

يُصْلِحْ لَكُمْ اَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزاً عَظ۪يماً 

“Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlikten sakının ve doğru söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse gerçekten büyük bir kazanç elde eder.”  (Ahzab, 33/70-71)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Ben, haklıyken bile çekişmeye girmekten kaçınan kimse için cennetin kenarından; şakadan da olsa yalan söylemeye yanaşmayan kimse için cennetin ortasından; ahlakını güzelleştiren kimse için de cennetin en yükseğinden bir köşk verilmesine kefilim.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 7) buyurmuştu.

Doğruluk sadece sözde değildir; kalp, niyet, ticaret, arkadaşlık ve evlilik olmak üzere hayatın hemen her alanını kapsayan bir davranış biçimidir; kısacası hayatın mihenk taşıdır.

Niyette/Kalpte İstikamet:

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا يَسْتَقِيمُ إِيمَانُ عَبْدٍ حَتَّى يَسْتَقِيمَ قَلْبُهُ وَلَا يَسْتَقِيمُ قَلْبُهُ حَتَّى يَسْتَقِيمَ لِسَانُهُ وَلَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ رَجُلٌ لَا يَأْمَنُ جَارُهُ بَوَائِقَهُ

“Kulun kalbi doğru oluncaya kadar imanı dosdoğru olmaz. Dili doğru oluncaya kadar da kalbi dosdoğru olmaz. Komşusunun kendisinden bir kötülük gelmeyeceğine emin olmadığı kimse de cennete giremez.” İbn Hanbel, III, 199.

Sözgelimi dili “dosdoğru” olunca yalancılık, iki yüzlülük ve iftiradan uzak dürüst bir yaşam sürer; verdiği sözde durur, emanetleri gözü gibi korur, “mümin” adına yaraşır şekilde “güven”in timsali olur. Eli dosdoğru olunca harama el uzatmaz, ayağı dosdoğru olunca harama adım atmaz, gözü dosdoğru olunca harama bakmaz. Yaşantısında dosdoğru olan kulun insanlarla olan ilişkilerinde dürüstlük ve samimiyet hakim olur; dedikodu yapmak, suizanda bulunmak, başkalarının özel hallerini araştırmak gibi samimiyeti zedeleyecek unsurlara yer kalmaz.

Ticarette İstikamet:

Peygamberimiz (s.a.s.), bir gün bir buğday yığınının yanına gelmiş, elini buğdayın içine soktuğunda parmaklarına ıslaklık dokunmuştu. Bunun üzerine sahibine,

مَا هٰذَا يَا صَاحِبَ الطَّعَامِ

"Ey buğday sahibi bu ne?” diye sormuş

أَصَابَتْهُ السَّمَاءُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ

"Onu yağmur ıslattı, ey Allah'ın Resûlü!” deyince, Peygamberimiz;

أَفَلَا جَعَلْتَهُ فَوْقَ الطَّعَامِ كَيْ يَرَاهُ النَّاسُ ‏ ‏مَنْ غَشَّ فَلَيْسَ مِنّ۪ي

"O ıslak kısmı, insanların görmesi için üste çıkarsaydın ya. Aldatan benden değildir" (Müslim, İman, 43)

İstikamet Üzere Olanlarla Arkadaşlık:

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقٖينَ

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 9/119)

Sanal Âlemde İstikamet:

Sanal âlem insanın her istediğini yapabileceği ve bundan dolayı da sorumlu olmayacağı bir alan değildir. Bütün nimetlerden hesaba çekildiğimiz gibi internet, bilgisayar, akıllı telefon, sosyal medyadan da hesaba çekileceğimiz hakikati unutulmamalıdır. Âlemlerin rabbi olan Allah, sanal âlemde de bizleri görmektedir ve yaptıklarımızdan haberdar olmaktadır. Günlük hayatta yalan söylemek, insanları karalamak, iftira atmak nasıl günahsa, sanal âlemde ve sosyal medyada da aynı şekilde günahtır. Sanal âlemde bilgi, doğruluğu teyid edilmeden paylaşılabilmekte, farkında olunmadan yanlışın ve kötülüğün yaygınlaşması, kişilik haklarını ihlali gibi pek çok günaha sebep olunmaktadır. Oysa Rabbimiz:

وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤٰادَ كُلُّ اُو۬لٰٓئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُ۫لاً

“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36)  buyurmuştur. Mümine yakışan sorumluluk bilinciyle hareket etmek, Cenabı Hakk’ın koyduğu sınırlara uymak suretiyle sanal âlemde de istikamet üzere dosdoğru olmaktır.

E. İSTİKAMETİN MÜKAFATI

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم  عَلَيْكُمْ بِالصِّدْقِ فَإِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِى إِلَى الْبِرِّ وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِى إِلَى الْجَنَّةِ وَمَا يَزَالُ الرَّجُلُ يَصْدُقُ وَيَتَحَرَّى الصِّدْقَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللَّهِ صِدِّيقًا وَإِيَّاكُمْ وَالْكَذِبَ فَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِى إِلَى الْفُجُورِ وَإِنَّ الْفُجُورَ يَهْدِى إِلَى النَّارِ وَمَا يَزَالُ الرَّجُلُ يَكْذِبُ وَيَتَحَرَّى الْكَذِبَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللَّهِ كَذَّابًا

Abdullah b. Mes’ûd’dan nakledildiğine göre, Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Doğruluktan ayrılmayınız. Muhakkak ki doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğru olanı ararsa Allah katında ‘sıddîk’ (özü sözü bir olan kişi) olarak yazılır. Yalandan sakının! Çünkü yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleyip, yalanı araştıra araştıra Allah katında yalancı olarak yazılır.” (Müslim, Birr ve sıla, 105)

Yalan kapısının açılmaması, yalanın alışkanlık haline gelmemesi gerekir. Bir defa bu kapı açıldı mı, söylenen yalanın korunması için pek çok yalan söylenecektir. Bu da kişinin hem Hak katında hem de halk katında yalancılardan olmasına sebep olacaktır.

عَنْ عُبَادَةَ بْنِ الصَّامِتِ أَنَّ النَّبِيَّ (صَ) قَالَ: “اضْمَنُوا لِي سِتًّا مِنْ أَنْفُسِكُمْ، أَضْمَنْ لَكُمْ الْجَنَّةَ، اصْدُقُوا إِذَا حَدَّثْتُمْ، وَأَوْفُوا إِذَا وَعَدْتُمْ، وَأَدُّوا إِذَا اؤْتُمِنْتُمْ، وَاحْفَظُوا فُرُوجَكُمْ، وَغُضُّوا أَبْصَارَكُمْ، وَكُفُّوا أَيْدِيَكُمْ.”

Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, ben de size cennetin güvencesini vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin, söz verdiğinizde sözünüzü tutun, size (bir şey) emanet edildiğinde ona riayet edin, iffetinizi koruyun, gözlerinizi (bakılması yasak olandan) sakının ve ellerinizi (haramdan) çekin. ” (İbn Hanbel, V, 323)

SONUÇ

İstikamet üzere dosdoğru olmak, İslam ahlakının en temel erdemlerinden biridir. Doğru yolu izledikten sonra yolunu şaşıran görülmemiştir.  İnsanın iç dünyasındaki huzuru, doğruluğu, dürüstlüğü nispetindedir.

İnsanın özü ile sözünün bir olması, söz ve davranışlarında doğruluğu esas alıp yalandan kaçınması hem dinî/ahlâkî hem de dünyevî açıdan gereklidir. Bireysel ve toplumsal açıdan huzurlu olmak için yalandan sakınmak gerekir. Evimizde, işimizde, ticaretimizde, eşimizle, komşularımızla, akrabalarımızla hayatın her alanında Müslüman, istikamet üzere, adil, merhametli, sabırlı, dürüst, güvenilir ve doğru olmak zorundadır.

Rabbim bizleri Kur’an ve sünnetin gösterdiği istikamet üzere olan doğruluk ve dürüstlükten ayrılmayan kullarından eylesin.

ÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN AMELLERİNDEN İSTİFÂDE ETMESİ VE ÖLÜLERE KUR’AN MESELESİ




Burada ölümlerini müteakip berzah hayatı başla­yan kabirdekilerin salih amellerden istifade etmelerinden kastımız, kendilerinin ölmeden önce işledikleri ve amel defterlerine yazılıp beraberinde götürdükleri değildir. Çünkü ondan istifade edecekleri, herkesin mâlumudur. Asıl bizim izah etmeğe çalışacağımız husus, kendileri ber­zah âlemine göçtükten sonra amel defterlerine yazılacak ve orada fayda sağlayacak olan şeylerdir. Bu da, ya kendi­lerinin sağlıklarında yaptıklarının bir devamı olur, ya da geride kalan dost ve akrabalarının kendisi için yaptıkları.

 Kabir ehlinin istifade edecekleri sâlih amelleri iki kısımda mütalaa etmek mümkündür:

 1- Kendi Yaptıklarından İstifade Etmeleri: İnsan kabre girdiğinde onunla birlikte kabre giren ve ona fayda verecek olan, hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, sadece amelidir.[1] Ancak kabrinde ameliyle başbaşa kalan mü’minin, dünyada iken yaptığı bazı işleri vardır ki, bunların, kişinin ölümünden sonra da amel defterine sevap yazılmasına sebep olacağı ve ölümden sonra da bun­lardan istifade edeceği, Rasûlullah Efendimiz tarafından ha­ber verilmiştir.

 Rasûlullah Efendimiz, Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir hadisinde şöyle buyuruyor: “İnsan öldüğü zaman amel-i sâlihi kesilir, ancak üç şey müstesna (bunları yapanın amel-i sâlihi devam eder): Sada­kayı cariye, faydalı ilim ve kendisine dua edecek olan salih evlat.”[2]

 Bu üç şeyi dünyada bırakmış olanın, bunlar yaşadıkça ve insanlar bunlardan istifade ettikçe, kabrinde onların faydasını görüp, amel-i sâlihinin devam edeceği bildirilmektedir bu hadis-i şerifte.

 Bu hususta Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir diğer hadis de şu meâldedir: “Mü’mine ölümünden sonra amel ve hasenatından (iyiliklerinden) lazım olacak olanlar (faydası olanlar) şunlardır: Öğretip yaydığı ilim, ge­riye bıraktığı salih evlat, (yazıp) miras bıraktığı mushaf, yaptığı mescid, yolcular için yaptırdığı konakla­ma yeri (ev, misafirhane) ve sağlığında, sıhhatli zamanında malından ayırdığı sadaka. İşte bunların hepsi ölümünden sonra ona lazım olur.”[3]

Görüldüğü üzere, burada da faydalı ilim ve salih ev­lat yanında sadakay-ı cariye cinsinden daha başka amell­er de sayılmıştır. İslam’da iyi bir çığır açan ve hayırlı bir işe sebep olanların, o işi yapanların aldığı sevaba denk sevap alacağını da burada hatırlamak gerekir. Hayırlı bir işi başlatan yahut yapılmasına sebep olanların alacakları bu sevap, ölümlerinden sonra da devam edecektir.[4]

Yine Rasûlullah Efendimiz’in: “Her nefis öldürüldük­çe, onun kanından Âdem’in ilk oğluna[5] bir (günah) payı gider. Çünkü öldürmeyi ilk defa âdet eden o olmuştur.”[6] meâlindeki hadisleri de kişinin sebep olduğu ve başlattığı işlerin yapılmasından, kendisine sevap yahut günah yazılacağını göstermektedir.

Demek ki, ölümden sonra sadakai câriye, faydalı ilim ve sâlih evlat bırakan, bunlardan istifade edecektir. Öyleyse her mü’minin sağlığında bunları geride bıraka­bilmek için gayret sarfetmesi gerekir. Çünkü bu şekilde, insanın hayatında sebep olduğu amellerden istifade edeceği hususunda âlimler fikir birliği (icmâ) etmişlerdir.[7]

 2- Başkalarının Yapacakları Amellerden İstifade Etmeleri: İnsanın hayatında bizzat yaptığı veya sebep olduğu iyi işlerin, ölümünden sonra da kendisine fayda sağla­yacağında ittifak eden âlimlerimiz, ölümünden sonra geride kalanların kendisi için yapacakları iyi işlerin sevabının ulaşıp ulaşmayacağı yahut hangisinin ulaşıp hangisinin ulaşmayacağı hususunda farklı görüşlere sahip olmuşlar­dır.

 Ehl-i bid’at fırkalarından olan Mu’tezile Mezhebi mensupları, duâ ve sadaka da dâhil, ölüye dirilerin yaptıkları hiç bir şeyin fayda vermeyeceğini savunur.[8] Delil olarak da Allah’ın hükmünün değişmeyeceğini ve herke­sin kendi yaptıklarından sorumlu tutulacağını haber ver­en âyetleri getirirler: “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm,39) “Siz, ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.” (Yâsin, 54) ve “Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine, yaptığı fenalığının zararı da yine kendine­dir” (Bakara, 286)

Bu âyetlerde insanın yalnız kendi yaptıklarından fayda yahut zarar göreceği belirtilmiştir. Binaenaleyh ken­di yaptıklarından başka bir sevap ölümünden sonra ona ulaşmaz, derler.

Ehl-i Sünnet âlimlerimizin hepsi, her ne kadar hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceğinde ihti­laf etmişlerse de, ölüye başkalarının yapacağı amellerin fayda vereceği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu konuda, bazı amel ve iyiliklerin fayda vereceğine dair, apaçık âyet ve hadisler vardır. Meselâ dua ve istiğfarın fay­dalı olacağına şu âyet-i kerime delalet etmektedir: “Onlardan, sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla geçmiş olan kar­deşlerimizi bağışla; kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma.” (Haşr,10)

 Burada Cenab-ı Hakk, daha önce iman edip de göçmüş olan kardeşleri için istiğfar eden (bağışlanmalarını dileyen) mü’minleri övmüştür. Eğer istiğfarın ölülere bir faydası olmasaydı, Allah Teâlâ, âyetinde ölmüş kimselere istiğfar edenleri övmezdi.

Ölüye kılınan cenaze namazı da ona dua etmek, onun affını dilemek içindir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz: “Ölüye namaz kıldığınız zaman ona gönülden dua edin.”[9] buyurmuş ve kendisi de kıldığı cenaze namaz­larında ölü için dua etmiştir. Şâyet bu namaz ve duanın ölüye bir faydası olmasaydı, Rasûlullah Efendimiz bunu ne kendi yapar ve ne de başkalarına emrederdi.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, ölü için başkalarının yapabilecekleri işleri bir kaç maddede toplayabiliriz:

a) Dua ve İstiğfar: Ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceğinde âlimlerimiz ittifak etmişlerdir.[10] Burada kendisi için dua edilen kimsenin mü’min olması şarttır. Zira imanı olmayanlara hiçbir şeyin fayda vermeyeceği açıktır. Zaten onlar için dua etmek de meşru değildir.

İmanı olanlara dua ve istiğfarın fayda vereceğine ise, yukarıda zikrettiğimiz âyet ve hadisler delalet ettiği gibi, bu hususta daha pek çok naklî delil vardır ve akıl da bunu teyid etmektedir: Ümmül-Mü’minin Hz. Aişe, Rasûlullah Efendimizin Bakî Mezarlığı’na çıkıp oradaki ölülere dua ettiğini, bunun seb­ebini sorduğunda da: “Onlar için dua etmekle emrolundum.” [11]buyurduğunu haber veriyor. Yine Rasûlullah Efendimizin, kabir ziyâreti için kabristana varanların ne söylemeleri gerektiğini öğretirken, selamdan sonra ora­dakiler için dua etmeyi ta’lim ettiğini daha önce zikret­miştik. Bu hususta daha pek çok sahih hadis vardır.

Bunlardan biri de, Rasûlullah Efendimizin, cenazeyi def­netme işi bitince ashabına: “Kardeşiniz için istiğfar ed­iniz (affını dileyiniz) ve ona tesbit (sorulara sarsıl­madan cevap vermesini) isteyiniz. Çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.”[12] buyurmasıdır. Bu hadis, diri­nin duasının ölüye fayda vereceğine delildir. Çünkü fayda vermeyecek olsaydı Rasûlullah Efendimiz bunu emretmezdi.

Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir başka hadisinde ise Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor: “Allah Tealâ, sâlih kulunun Cennetteki derecesini yükseltir. Bunun üzerine o: Ya Rabbi bu (yükselme) nereden (ne sebe­biyle) dir? diye sorar. Cenab-ı Hakk ona şöyle der: Oğlunun senin için yaptığı istiğfar sebebiyledir.”[13]

Burada da duâ ve istiğfarın ölüye faydası olacağı haber verilmektedir ki, İmam Eş’arî, “Makâlatu’l İslamiyyin” adlı eserinde, “Ashab-ı Hadis ve Ehl-i Sünnet’in cümlesinin görüşleri” başlığı altında bu zümrenin duâ ile sadakanın, Müslüman ölülerine, ölümlerinden sonra fayda vereceğine inandıklarını bildirmektedir.[14] Öyleyse duâ meşru ve fay­dalıdır.

 b) Sadaka Vermek: Duâada olduğu gibi, sadakanın da ölüye faydalı olacağı hususunda Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Rasûlullah Efendimizin buna delâlet eden sahih hadisleri vardır. Nitekim Hz. Âişe vâlidemiz an­latıyor: ” Rasûlullah Efendimize bir adam gelerek şöyle dedi: “Ya Rasûlallah, annem birdenbire öldü, vasiyyet edemedi. Öyle sanıyorum ki, konuşabilseydi sadaka verirdi. Acaba ben onun yerine sadaka versem sevabı ona ulaşır mı?” Rasûlullah Efendimiz, “Evet.” cevabını verdi.”[15]

Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir başka hadis-i şerifte de babası ölmüş olan bir adam Rasûlullah Efendimize, ba­basının çok mal bıraktığını ve vasiyyet etmediğini bildire­rek, onun namına tasadduk etsem olur mu (günahlarına keffaret olur mu)? diye soruyor. Rasûlullah Efendimizin verdiği cevap yine, “evet” olmuştur.[16]

Burada ölüye sevabının ulaşacağı bildirilen sadaka, sadakanın verildiği mal yönünden iki kısımdır: Birincisi, ölünün kendi malından verilen sadaka, ikincisi ise geride bıraktığı evlatlarının kendi mallarından verdikleri sadaka. Ölenin iman ile gitmiş olması şartıyla, bunların ikisi de kendisine fayda verir. Kaldı ki, eğer vasiyyet etmemişse, ölenin malı, zaten ölümünden itibaren mirasçılarının olur.

Bu konuda delil olan hadis-i şeriflerde, hep evladın baba ve annesi için vereceği sadaka söz konusu edildiği için ve bir de: “İnsan için kendi çalışmasından (sa’yu gayretinden) başkası yoktur”( Necm, 39) âyetiyle delil getirip, an­cak evladın yaptıklarının, ölünün kendi çalışması cinsin­den olacağını belirten bazı âlimler, evlat dışındaki kişilerin sadakalarının ölüye faydalı olacağına dair delil bulunmadığını söylemişlerse de  İmam Nevevî, ister evlat, isterse başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak olduğunu bildirmektedir.  Ancak bu sadakanın mezar başında dağıtılması meşru olmadığı gibi, cenazeyle beraber götürülüp, cenazeyi defnedince dağıtmak da mekruhtur.

c) Ölünün Borcunun Ödenmesi: Bu ölüye fayda ve­rip, borçtan kurtulmasına sebep olur. Burada mali borçlarının ödenmesinde, borcu ödeyen kişinin, ölünün bir yakını olması yahut olmaması neticeyi değiştirmez. Kim öderse ödesin, kendisi borçtan kurtulur.

 d) Üzerinde borç kalan oruçlarının geride kalan akrabaları tarafından tutulması: Hz. Aişe validemiz, Rasûlullah Efendimizin: “Kim, üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, onun orucunu velisi tutar.”[17] buyur­duğunu haber vermiştir. Bu konuda İbn Abbas’tan rivâyet edilen diğer bir hadiste de, üzerinde bir aylık (nezir) oruç borcu olan bir kadının vefat ettiği ve çocuğunun (oğlu veya kızının) Rasûlullah Efendimize gelip: “…Ben onun yerine oruç tutsam olur mu?” diye sorduğu haber verilmektedir. Rasûlullah Efendimiz ona: “Annenin üzerinde borç olsaydı, onu öder miy­din?” diye sorar. Onun: “Evet.” diye cevap vermesi üzerine de: “Allah’ın borcu, ödenmeğe daha layıktır.” buyurur.[18]

Oruç tutmak bedenî ibadetlerdendir. Burada oruç ibadeti zikredildiği ve başkalarının tutacağı orucun se­vabının ölüye ulaşacağı haber verildiğinden, diğer bedenî ibadetlerde de aynı durumun söz konusu olup olmadı­ğında ihtilaf edilmiştir. Oruç konusunda rivâyet edilen hadislerden, bazı âlimler, farz olan Ramazan orucundan üzerinde borcu olarak âhirete göçmüş olanların oruçla­rının bile geride kalanlar tarafından tutulabileceği hükmünü çıkarırlarken, bazıları da sadece nezir orucu­nun tutulabileceğine kail olmuşlardır. Hanbelîler ile Hz. Aişe ve İbn Abbas’ın bu son görüşü savundukları haber verilmiştir.

Bu durumu açıklayan İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye: “Nasıl ki farz namazı, bir başkası diğerinin yerine namaz kılamazsa, farz oruç da aynıdır” der. Şüphesiz böyle bir kapı açmak, insanları, sağlıklarında kendi yapacakları amelleri ihmale sevkeder ki, bu hususu nazarı dikkate alan bazı âlimler, hiçbir orucu tutamaz. Ancak keffaretini verir, demişlerdir.[19]

Şunu unutmamak gerekir ki, ölmüş olan kişinin yerine bir başkasının yapacağı ibadetler, buna caizdir, diyenlere göre bile aynen kendisi yapmış gibi yüzde yüz mesuliyetten kurtarmaz. Eğer böyle olsaydı zengin olan­lar, kendi ibadetlerini başkalarına yaptırır, mesuliyetten kurtulurlardı. Bu, kat’iyyen caiz değildir.

Şafiî ve Malikîler, başkaları tarafından yapılacak olan bedenî ibadetlerin hiç birinin sevabının ölüye ulaşmayacağını söylerlerken, bu durumu göz önüne almış olsalar gerekir. Ancak Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel ve Selef âlimlerinin bir kısmı, oruç tutmak, Kur’an ok­umak, zikretmek gibi bedenî ibadetlerin sevabının ölüye ulaşacağını belirtirken de[20], bu ibadetlerin, onların sağlıklarında yapmadıkları ibadetlerin yerine geçeceğini söylememişlerdir. Bu yapılan ibadetlerin faili, -şüphesiz sağ olan kişidir ve yaptığı ibadet kendisinindir. Sadece bu ibadetten elde edeceği sevabı bir başkasına bağışlamak­tadır. Bu, onun üzerindeki asıl borcun düşmesi değil, yapılan hayırlı amelin bağışlanan sevabından istifade et­mesidir. Umulur ki Cenab-ı Hakk, bu sevap nedeniyle onun bir kısım azabını hafifletir veya derecesini yükseltir.

Ama ölü, kendi yapmadığı ve ihmal ettiği ibadetlerd­en mutlaka sorguya çekilecektir. Bazı cahil kimselerin zannettikleri gibi, ıskatını vermekle veya devirle[21]  yahut fidye ve keffâretini vermekle ölü yüzde yüz mesuliyetten kurtulmuş ol­maz. Eğer usûlüne uygun şekilde yapılmışsa, yapılan bu gibi iyi amellerin sevabı bağışlanmakla sadece o kişinin affı umulur.

e) Hac konusu da böyledir. Rasûlullah Efendimiz, sağlı­ğında hacca gitmemiş olan bir kadının yerine bir yakın­ının haccetmesini emretmiştir.[22] Ama bu da sadece bir ibadetin yapılıp, sevabının ölüye bağışlanmışının ce­vazına delalet eder. Umulur ki o sevap nedeniyle Allah Teâlâ, huzuruna ibadet borcuyla varmış olan o kulunu affeder, yoksa sağlığında fırsat elde iken bu ibadeti tehir edip yapamadan ölenler, kendi ihmallerinin cezasını çekerler.

Üstelik bu gibi ibadet borçlarının üzerinde kalması için de meşru bir mazereti olmalıdır kişinin. Meselâ, oruç borçlandıktan sonra hastalanıp ölünceye dek borcunu tutacak kadar sıhhate kavuşamaması gibi. Ancak böyle bir özre binaen yapamamış olanı, geride kalanların, Al­lah’a karşı olan borcunu ödemeleri sebebiyle Allah Teâlâ affeder, yoksa kasıtlı olarak terkedenleri değil.

f) Kurban: İslâm’da kabirlerin başında ölüler adına kurban kesmek yasaklanmıştır. Nitekim Rasûlullah Efendimiz; “Kabirde sığır, deve, koyun kesmek, İslâm’da yoktur”[23] buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. İslâm’da bütün ibadetler gibi kurban da ancak Allah adına ve Allah rızası için ifa edilebilir. Ölüler adına olmamak şartıyla her zaman Allah rızası için kurban kesilerek tasadduk edilip sevabı onlara bağışlanabilir. Zikredeceğimiz şu rivayet de bunu göstermektedir: Hâneş (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Ali (r.a)’yi gördüm, iki koç kesmişti. Dedi ki: ‘Biri kendim için, diğeri Rasûlullah için.’ Hz. Ali (r.a) ilave etti: “Rasûlullah (s.a.s) böyle emretti -veya şöyle demişti, böyle vasiyet etti.- Ben (hayatta olduğum müddetçe) ebediyyen terk etmeyeceğim.”[24]

Ayrıca Rasûlullah Efendimizin de sevabını ümmetinden Allah’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet edenlere bağışlamak üzere Allah adına kurban kestiği bildirilmiştir.[25]

g) Kur’an Okuyup Sevabını Ölüye Bağışlamak:  Kur’an-ı Kerim, yaşamakta olan tüm insanlık için bir rahmet, şifa ve okunmasında fayda veren Allah Teâlâ’nın bir kelâmıdır. Bu konuda Rasûlullâh Aleyhisselâm’dan nakledilen oldukça fazla rivayetler vardır. Bunlardan bir tanesi de Abdullah b. Mes’ud (r.a.) tarafından nakledilen hadistir. Rivâyete göre Rasûlullâh Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Allah’ın Kitabından bir harf okuyana bir hasene vardır. Bir hasene ise, on kat olarak yazılır”[26] Bu hadis çerçevesinde, Kur’an’ın okunması, dirilerin yanında hayattan göçmüş müslüman kişilerin de bu gibi rahmet ve faydalardan yararlanabileceği gibi hususlar İslam âlimleri tarafından tartışılmıştır. Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın gerek yakın çevresi gerekse arkadaşlarından ölen olduğunda Rasûlullâh Aleyhisselâm onlara Kur’an okumuş mudur? Ya da Kur’an’ın ilk muhatapları olan sahabeler böyle bir uygulama içerisinde olmuşlar mıdır? Kur’an’ın okunması sonucu sevabın ölülere ulaşması mümkün müdür? Yine bunlar ile ilgili herhangi bir rivâyet var mıdır? Ya da bazılarının dediği gibi bu husus tamamen batıl inanç mıdır? gibi soruları rivayetler ve İslam âlimleri tarafından yapılan yorumlarla açıklamaya çalışacağız.

 Baştan ifâde edelim ki, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ölülerin ardından Kur’an okunmasına dâir emreden veya yasaklayan bir sarih âyet yoktur. Yalnızca Haşr sûresi 10. âyette: “Onlardan sonra gelenler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin. derler.” buyrularak iman edip de bu dünyadan ahirete göçmüş olan kardeşlerimiz için duâ etmemiz gerektiği ifâde edilmiştir.

Ölülere Kur’an okunup-okunmamasıyla ilgili ikinci ana müracaat kaynağımız Hadis kaynaklarına bakacak olursak pek çok rivayet ile karşılaşılacağı görülecektir.Söz konusu olan konu hakkında muhaddislerin eserlerinde birçok hadis olmakla beraber, en meşhur olan ve İslam âlimleri tarafından müsbet veya menfi olarak sunulan birkaç hadisi zikredeceğiz:

Bunlardan ilki Ma’kıl b. Yesar (r.a.) tarafından nakledilen hadistir. Hadiste Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın “ölülerinize Yâsin’i okuyunuz”[27] hadisidir. Hadisi rivâyet eden Ebû Dâvûd, hadisin hükmü hakkında sükut etmiştir. Hakkında sükut ettiği hadislerin sâlih olduğunu bizzat kendisi söylediğinden ona göre hadis, delil olmaya elverişlidir. Heysemî, hadisin sahih olduğunu söylerken Hâkim ve Zehebî de rivayetin sahih olduğu kanaatindedirler. Diğer taraftan, İbn Kattân, rivayet edilen hadisin üç açıdan muallel olduğunu ve bu hadisin zayıf olduğunu belirterek, hadisin bazı tariklerinde mevkuf, bazılarında ise merfu olarak rivayet edilmiş olmasının yanında isnadında ızdırâb olduğunu söyler. Bütün bu söylenenleri, birlikte değerlendirdiğimiz ve biraz sonra vereceğimiz hadislerin şahitliğini de göz önünde bulundurduğumuz vakit hadisin hasen olduğu kanaati ağır basmaktadır. Nitekim Şevkânî’nin vardığı sonuç da budur.[28]

Hadisin ifade ettiği anlam üzerinde muhaddisler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım musannifler bu rivayeti, sekarât-ı mevt halinde olan kişiye yapılabilecek işlemlerle ilgili bablarda ele alırken (İbn Mâce, Cenâîz, 24) bir kısmı da istircâ (İnnâ Lillâh) bâbından sonra bu hadise yer vermiştir (Ebu Davud, Cenâîz, 24). Özellikle Ebu Dâvud, bâb başlıklarında belli bir sıra takip etmiş ve istircâ ile ölünün üzerini örtme bâblarından sonra söz konusu bâbı açmış ve hadiste ifade edilen “mevtâ” kelimesinin, ölmekte olan kişilerin değil ölmüş olanların kastedildiği kanaatindedir. Hadisin zâhiri anlamı zâten böyledir. Şafii âlimlerinden olan Muhibbu’t-Taberi de bu hadisin zahiri yönden anlamını alarak ölüden kastedilenin, ruhu bedeninden ayrılan kimse olduğunu ve hadisin ölmek üzere olan kimse için hamledilmesinin hiçbir dayanağının olmadığını ileri sürmüşlerdir.[29]

“Ölülerinize (Yasin’i) okuyunuz” hadisinin zayıf olduğunu söyleyenlerin yanında uydurma olduğunu söyleyen olmamıştır. Bu da bize bu konunun zayıfta olsa aslının olduğunu göstermektedir. Yapılan yorumlar ve düşünceler, hem ölmek üzere olan kişiler hem de ölenler olmak üzere iki yönlü bir sonuç çıkar ki, bu şekilde bir düşünüşün doğru bir yaklaşım tarzı olduğu kanaatindeyiz.[30]

Yine bir başka hadiste Rasûlullâh Aleyhisselâm’dan Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle rivayet etmiştir: “İçinizden birisi öldüğü zaman onu durdurmayın ve onu kabrine koyma konusunda acele ediniz. Sonra da içinizden birisi ölünün başucuna durarak Fâtihâ sûresini, ayakucunda da Bakara sûresini okusun”[31] Merfû olarak rivayet edilen bu hadisin isnadını, Heysemî senetteki Yahya b. Abdullah el-Bâbülettî’nin zayıf olduğu gerekçesiyle bu hadisi zayıf olarak nitelemiştir.[32]

Sahabeden Leclac (r.a.), oğluna vasiyette bulunurken şöyle demiştir: “Oğulcuğum! Ben öldüğüm zaman beni mezara göm. Beni mezarıma koyduğun zaman şöyle söyle: Bismillâhi ve alâ milleti Rasûlillâh. Sonra da üzerime toprak atarak onu düzle. Daha sonra ise başucumda Bakara sûresinin baş tarafını ve son kısmını oku. Zira ben Rasûlullah’ın böyle dediğini duydum.”[33] Heysemî, hadisin ravilerinin tamamının sika olduğunu belirtmiştir. Ancak bir ravi hakkında tereddüt etmiştir. İbn Hacer ise bahsi geçen ravi için makbul hükmünü vermiştir. Bunun dışında isnadda bir problem gözükmemektedir. Şu halde bu isnad, hasen derecesindedir.

Cenaze namazında Fâtiha sûresinin okunacağına dair Talha’dan (Radıyallahu Anh) şöyle bir hadis nakledilmektedir: Talhâ’dan (Radıyallahu Anh): “Abdullah b. Abbas’ın (Radıyallahu Anh) arkasında bir cenaze namazı kıldım ve O, Fâtiha sûresini okudu. Sonra da onun sünnet olduğunu öğrenin diye, böyle okudum” dedi.[34] Hadisi rivâyet eden muhaddislerin bu hadisin bulunduğu bölüme verdikleri isim, Buhârî’nin  ‘Cenaze namazında Fâtiha sûresini okumak babı’ şeklinde vermiş olduğu isimden farklı değildir. İmâm Tirmizî, hadise hasen sahih hükmünü verdikten sonra birçok sahâbe ve tabiîn uygulamalarının bu yönde olduğunu ve Şafii, Ahmed ve İshâk gibi âlimlerin de bu hadisle amel ettiklerini ama Sevrî ve Kûfelilerin hadisi almadıklarını ilave etmektedir. Abdurrezzâk da Tirmizî gibi İbn Mes’ud başta olmak üzere pek çok sahâbe ve tabiînin söz konusu uygulamadan yana olduklarını aktarmaktadır.

Cenaze namazı, Allah’ı övme, Hz. Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) salavât getirme ve ölü için de duâ etmek olarak telâkki edilmektedir. Zaten rükûsuz ve secdesiz olması onun, diğer namazlardan farklı olduğunu gösterir. Cenaze namazı bizzat ölmüş olan kişiye kılınır. Bu namazın ön şartı cenazenin vukuudur. Sırf ölü için kılınan bir namazda Kur’ân okunması anlamlıdır. İster duâ anlamında olsun, isterse Kur’ân’dan bereketlenme manasında olsun, bu uygulamanın ölüye Kur’ân okunabileceğine dair bir hüccettir.

Kur’an’ın ölülere okunmasına dair zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz ondan fazla rivayet bulunmaktadır.Kaynaklarda yer alan hadislerin tamamına yakınının en iyi değerlendirmeyle hasen olduğu ve bizzat Rasûlullah efendimizin herhangi bir ölüye Kur’an okuduğuyla ilgili bir haberin gelmediği bütün âlimlerimizin ortak kanaatidir. Bunun yanı sıra ölülere Kur’an okunmasının bir sahabe uygulamasını gösteren rivayetler de vardır. Naklettiğimiz rivayetler de bunu göstermektedir. Dolayısıyla hadis açısından konu yeni değil aksine önceden de var olan bir uygulama olduğunu görmekteyiz. Yani ölülere Kur’an okunmasının sonradan bir bid’at olarak ortaya çıktığı iddiasının yanlış olduğu kanaatindeyiz.

Başta mezhep imâmları olmak üzere, fakihler de, konu hakkında deği­şik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin bilinmesi ile konunun daha iyi anlaşılacağını ve aydınlanacağını umuyoruz:

Hanefîler, kabirde olsun, başka mekânlarda olsun, ölülere Kur’ân okumanın câiz olduğunu ve okunan Kur’ân’ın sevâbının bağışlanması duru­munda, bunun ölüye ulaşacağını söylemişlerdir. Hanefî fıkıh kitaplarının hemen hemen tamamında, konuya ilişkin şu metin yer almaktadır. “Kişi, namaz, oruç, zekât, hac ve Kur’ân okumak gibi bir ameli yapar da, sevâbını başkasına bağışlarsa -bunu hangi niyetle yaparsa yapsın- bu yapılan bağış yerine ulaşır ve kendisine bağış yapılan kimse bundan yararlanır. Ölü veya diri olması fark etmez.” [35]

Muhaddis ve fakîh Aynî’den, Molla Aliyyul Kârî ve İbn Âbidîn’e kadar, hemen hemen bütün Hanefî fakihleri buna dâhildir. Şu ifadeler de Hanefî âlimlerine aittir: “Ehl-i Sünnet ve’l Cemâat Mezhebi’ne göre, bir insan, namaz, oruç, hac, Kur’an okumak, zikir, gibi işlediği güzel amellerinin sevabını başkasına hediye edebilir.”[36]

Hanbelîlerde Hanefîler gibi düşünerek, ölülere Kur’ân okunmasını câiz görmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Kudâme el-Cevherî ile birlikte bir cenazeye katılmış ve tam mezarlıktan ayrılacakları esnada kör bir adam kabrin başında Kur’ân okumaya başlayınca, İbn Hanbel: “Ey falanca! Ka­birde Kur’ân okumak bid’attır.” diyerek kırâata engel olmuştur. Bunun üzerine Muhammed b. Kudâme, Ahmed b. Hanbel’den, Mübeşşir b. İsmâîl el-Halebî hakkındaki düşüncesini ve ondan hadis alıp almadığını sormuş, o da söz konusu şahsın sikâ (rivayet hususunda güvenilir, muteber) olduğunu ve kendisinden rivâyette bulunduğunu ifâde etmiştir. Bunun üzerine Muhammed, Leclâc radıyallahu anh hadisini, Mübeşşir b. İsmail’in kendisine rivâyet ettiğini söylemiştir. Bunu duyan Ahmed İbn Hanbel, kabirde Kur’ân okumanın bid’at oldu­ğunu söylediği adamın çağrılmasını ve kırâatına devam etmesini istemiştir.[37]

Yine Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediği nakledilmektedir: “Kabristana girdiğinizde Âyete’l-Kürsî ve üç defa İhlâs Sûresi’ni oku­yarak şöyle duâ ediniz: Allah’ım! Onun ecrini şu kabir halkına ulaştır.” [38]

Hanbelî mezhebinin önde gelen fakihlerinden İbn Kudâme, İbn Kudâme el-Makdisî ve İbn Teymiyye, Ahmed İbn Hanbel’in bu görüşünün daha meşhur olduğunu söy­leyerek, tercihte bulunmuşlardır. Bu konuda Hanbelîler de Hanefîler gibi çerçeveyi geniş tutarak, “ne tür ibâdet olursa olsun, kişi yaptığı ibâdetin sevâbını ölülere bağışlarsa, Allah’ın izniyle ölü bundan yararlanır.” demişlerdir. İbn Teymiyye ise, mâlî ibadetlerin sevabının ölülere ulaşması nokta­sında, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat arasında hiçbir aykırı görüşün olmadığını, namaz kılarak, oruç tutarak ve Kur’ân okuyarak sevaplarının bağışlanması durumunda, bunların ölülere ulaşıp ulaşmadığı hakkında ise tartışmaların olduğunu ve doğrusunun bu tür ibadetlerin sevaplarının da ölülere ulaşması olduğunu söylemiş, birinci bölümde incelediğimiz hadisleri de delil olarak göstermiştir.[39]

Mâlikîler, duânın dışındaki bedeni ibadetlerin ölüye ulaşmayacağını söylemişlerdir. Onlara göre muhtazar(ölüm halinde olan)ın yanında, Kur’ân okunabilir. Ama gerek defin sırasında gerekse definden sonra ölülere Kur’ân okunmaz. Fakat Abdulhak el-İşbîlî ve Kurtubî gibi müteahhir Mâlikî âlimleri, özellikle de Endülüs fukahâsı, ölülere Kur’ân okunabileceğini ve ölülerin bundan yararlanacağını söylemişlerdir. İmâm Kurtubî, ölülerin durumu ve ahirete müteallik işlerle ilgili yaz­dığı kitabında, bu konuya geniş yer vermiş, sonuç olarak: “Ölülere okunan Kur’ân’ın hem sevabı, hem de ölülerin o kırâati dinlemelerinin ecri onlara ulaşır. Kur’ân okunduktan sonra bağışlanan sevap da ulaşır. Çünkü Kur’ân bir duâ, istiğfar, yakarma ve istirhâmdır.”[40] diyerek kanaatini ifâde etmiş­tir.Mâlikîlerden Kadı İyaz da, ölüye Kur’ân okumanın müstehab olduğunu söylemiştir.

Şâfiî mezhebinde daha çok şöhret bulmuş görüşe göre, Kur’an’ın se­vabı ölüye ulaşmaz. Ancak, tercih edilen görüşe göre, bu sevap -özellikle arkasından dua edildiği zaman- ölüye ulaşır. İbn Abdüsselâm  dışında, hicrî altıncı asırdan itibaren, Şâfiî fukahâsının geneli, Hanefîlerin görüşünü benimsemiş ve ölülere Kur’ân okunabileceğini söylemişlerdir. İmâm Gazâlî, bu bölümde verdiğimiz hadislerden başka, birtakım rüyalara ve İslâm bilginlerinin sözlerine de yer vererek, kabirdeki ölülere Kur’ân okumakta hiçbir sakıncanın olmadığını ve kırâatın sevabının ölülere ulaşacağını ifâde etmiştir.[41] İbnü’s-Salâh, Nevevî, Muhibbu’t-Taberî, İbnü’r-Rifat, İbn Hacer, Suyûtî ve Şirbînî’nin de içlerinde bulunduğu müteahhir Şâfiî ulemasının tamamına yakını, ölü­lere Kur’ân okunabileceğini kabul etmişlerdir. İmâm Nevevî: “Ashabımız şöyle dedi: Mezarlığı ziyaret eden kimse­nin, öncelikle kabirlere selâm vermesi, sonra da hem ziyaret ettiği kimse­lere, hem de bütün Müslümanlara duâ etmesi ve Kur’ân’dan kolayına gelen yerleri okuduktan sonra ölülere duâ etmesi müstehaptır.” dedikten sonra, bu görüşün bizzat İmâm Şâfiî’nin ve Şâfiî ulemâsının görüşü olduğunu kesin bir dille belirtmiştir. [42] İmâm Nevevî el-Ezkâr’ında ise, İmâm Şâfiî ve arkadaşlarının, “Ziya­retçilerin, kabirde Kur’ân’dan bir bölüm okumaları müstehaptır. Şâyet Kur’ân’ın tamamını okurlarsa/hatim yaparlarsa, daha güzel olur” [43] dedikle­rini naklederek, bilinenin aksine, Şâfiî’nin görüşünün müsbet yönde olduğunu ifâde etmiştir.

Şâfiîlerin sonraki âlimlerinin yazdıklarına göre, kırâatın ölüye ulaş­ması, ölünün huzurunda olması; gıyabında ise kırâatın arkasından duâ edil­mesi durumundadır. Çünkü kırâat mahalline rahmet ve bereket iner. Kırâatın arkasından duâ edilmesi durumunda, duânın kabul edilmesi daha çok umulur. Bunun gerektirdiği mana şudur: Kastedilen, ölünün kırâattan faydalanmasıdır, ölünün o sevabı kazanması değildir. İbn Hacer el- Askalânî de, kendisine sorulan kırâatın sevabı ölüye ulaşır mı? suâline şu cevabı verir: “Bu, meşhur bir meseledir. Bu mevzuda ben bir risale yazdım. Hâsıl-ı kelam, mütekaddim ulemânın ekseriyeti, okunan Kur’an’ın sevabının ölüye ulaşacağı görüşündedir. Tercih edilen görüş ise, bu amelin müstehap olması ve çok yapılması kabul edilmekle beraber, mesele hakkında kesin bir şey söylemekten geri durmaktır…” [44]

Şevkânî de, diğer müteahhir ulemâ gibi ölülere Kur’ân okunabileceğini ve bunun sevabının ölüye ulaşacağını söylemiştir. [45] Daha önce ifâde ettiğimiz gibi, Şevkânî, “Ölülerinize Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz!” hadisinin, ölüler hakkında nass (hakikat), muhtazarlar için ise mecaz olduğunu, mecaza gitmek için de bir karineye ihtiyaç olduğunu be­lirtmiş ve hadisten anlaşılması gereken anlamın hakikat olduğuna hükmet­miştir.

Sonuç olarak cumhûr-u fukahâ, Kur’ân-ı Kerîm’in ölülere okunabile­ceği, kırâatın sevabının bağışlanması durumunda, bu sevabın, ölülere ula­şacağı ve ölülerin bu sevaptan yararlanacağı kanaatindedir. Sadece İmâm Mâlik bu görüşe katılmamaktadır. Kurtubî, Abdülhak gibi, Mâlikî fıkıhçıları da dahil, hicrî beşinci asırdan itibaren müteahhir fukahâ arasında ise, ölülere Kur’ân okunabileceği, se­vabının bağışlanabileceği ve ölülerin bundan faydalanacağı konusunda icmâa varan bir ittifak oluşmuştur. Hatta bâzı fakihler bu konuda icmâ olduğunu bile ileri sürmüşlerdir. 

Ezher şeyhlerinden Hattâb es-Subkî, ölülerin kendile­rine bağışlanan her türlü ibadetten yararlanacaklarını, cumhurun görüşü­nün bu yönde olduğunu söylerken, çağdaşı Reşid Rızâ da, Mekke Kadısı ile Mekke’de yaptığı mülakatta kadıya, ölülere Kur’ân okunup okunamayacağını sormuş, okunur cevabını alınca, kendisi de bu görüşe katılmıştır.  Seyyid Sâbık, Mısır Müftüsü Hasan Mahlûf,  Ezher şeyhlerinden Şerabâsî, Ebu’l-A’la Mevdudî[46], Abdülkerîm Zeydân, Abdulfettah Ebû Gudde ve Vehbe Zuhaylî[47]  gibi son devir âlimlerinin çoğu, cumhûrun görüşünü benimsemişlerdir.

Türkiye özelinde ise Muhammed Emin Er, Alaaddin Palevî[48], Hasan Karakaya, Nureddin Yıldız ve Hüsnü Aktaş (Yusuf Kerimoğlu)[49]  gibi önde gelen ilim ehlinin de genel kanaatleri bu yöndedir.

Buraya kadar olan bölümde, ölülere Kur’an okunabileceğini ve ölülerin kendilerine bağışlanan kıraat sevabından yararlanacağını ifade eden âlimlerin görüşlerini aktardık. Şimdi de hem erken dönemlerde hem de son zamanlarda Kur’an-ı Kerim’in, ölülere hiçbir surette okunamayacağını, okunsa bile faydasının olmayacağını savunan âlimlerin görüşlerini özetle aktaracağız:

Böyle düşünenlere göre; Kur’an hayatta olan, işiten, gören ve kavrayabilenler için indirilmiş dünya hayatıyla ilgili bir kılavuzdur. O, ölülere hitap etmiyor, onların da ondan yararlanma zaman ve imkânları kalmamıştır artık. Kur’an-ı Kerim’den; ölülere seslerin iletilemediği (Rûm, 52), her insanın ancak kendi kazancının rehin tutulduğunu (Tur, 21), kabirlerde bulunanlara işittirecek takatin olmaması (Fatır, 22), hiçbir bir kimsenin başkasının vebalin yüklenemeyeceği ve insanın ancak çalıştığı nispetinde hesaba çekileceği (Necm, 38-41), günahkar kimselerin başkasının günahını yüklenemeyeceği ve yükünün ağırlığından dolayı yakını bile olsa başkasından asla bir şey alamayacağı (Fatır, 18), herkesin kazandığı iyilik ve yaptığı zararın kendisinin çekeceği (Bakara, 286) gibi ayetleri delil olarak gösterirler. Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki cennet ya da cehennem, insanın âhiretteki yerini kendi eliyle kazanması ve hiç kimseye en ufak bir haksızlık edilmemesi için bu geçici hayat yaratılmıştır, diyerek okunan Kur’an-ı Kerim’in faydasız olacağını söylemişlerdir. Bir de böyle düşünenler, Rasûlullah Efendimiz’in hayatta iken zaman zaman Baki Mezarlığını ziyaret edip ölüler için dua ettiğini ancak orada, Fatiha sûresi de dâhil, Kur’an okuduğu veya ashabına, ölüleri için Kur’an okumaları ve sevabını bağışlamaları konusunda tavsiyede bulunduğuna dair sahih hiçbir rivayet bulunmamadığından hareketle bunun bid’at olduğunu ifade etmişlerdir.

Diğer bir itiraz da şudur: Kur’an-ı Kerim’in ölülere okunması konusunda o kadar ileri gidilmiştir ki, adeta bu alanda özel bir sektör doğmuş ve hayatında hiç Kur’an okumayan ve Kur’an’ın içeriğinden habersiz olan insanlar ölür ölmez, adına hatim ve mevlid proğramları düzenlenir hale gelmiştir. Müslümanların büyük bir kısmının gözünde artık Kur’an, hastalara ve ölülere okunan bir kitap durumuna düşmüştür. Bu bir sapmadır. Zira Kur’an’ın muhatapları dirilerdir.

Bu itirazlara karşı Ehl-i Sünnet âlimlerimizin görüşlerini nakletmiştik yukarı bölümde ancak İbnul Kayyım El-Cevziyye’nin sorulu cevaplı açıklamalarını nakletmek istiyoruz: “ Eğer denilirse ki: ‘Bu anlattıklarınız, selef âlimlerinde görülmemekte. Hayra çok düşkün olmalarına rağmen kimse Kuran okumakla ilgili bir şey nakletmemiştir. Rasulullah da onlara bunu anlatmamış; onları duaya, istiğfara, sadakaya hac ve oruca teşvik etmiştir. Eğer Kuran okumanın sevabı da ölülere ulaşacak olsaydı Rasulullah bunu onlara anlatır, onlar da böyle ya­parlardı.’ Cevabımız şudur: “Bu iddianın sahipleri, hac, oruç, dua ve istiğfar sevap­larının ölülere ulaşacağını itiraf ediyorlarsa onlara denir ki: ‘Ne sebeple Kuran sevabının ölüye ulaşacağını reddederken bu amellerin sevaplarının ulaşacağının kabul ediyorsun? Bu, benzer şeyler arasında ayrımı yapmak­tan başka ne olabilir? Yok eğer bu amellerin sevaplarının ölülere ulaşacağını itiraf etmiyorlarsa ki bu olamaz bu, Kitapla, sünnetle, icma ve şer’î prensiplerde sabit olmuştur. İşin Kurân’la olan sebebine gelince, bu selef âlimlerinde görülmemiştir. Çünkü onlar, bir kimsenin Kuran okumasına ya da sevabını ölülere bağışla­masına karşı olmamışlar; haddi zatında bunun üzerine düşmemişlerdir. Za­mane insanların yaptıkları gibi sırf Kur’ân okumak için kabristana gitme­mişlerdir. Bunun yanında, hiçbir selefi, okuduğu Kur’ân’ı hatta verdiği sa­dakayı, tuttuğu orucu filanca ölüye bağışlayan bir adama rastlamamıştır.

Kur’ân okuma sevabının ölüye ulaşmasına karşı olana sonra şöyle denir: “Seleften birinden: ‘Allahım, şu orucun sevabını falancaya ver’ dediğini zor­lamayla nakletmiş olsan bunu ispatlamada yetersiz kalırsın. Çünkü onlar, salih amelleri gizlemeye çok düşkündürler, ayrıca kazandıkları sevapları ölülerine ulaştırmak için Allah’ı da şahit tutmamışlardır.”

Eğer denilirse ki:  “Allah’ın O Rasulü ki ashabına bunlardan bahsetmemiştir.” Meselenin cevabı çok açıktır. Mesela biri ölü adına hac yapmaktan sormuş O da buna izin vermiş. Bir diğeri ölü adına oruç tutmayı sormuş, oda buna izin vermiş. Bir başkası da ölü adına sadaka vermeyi sormuş. O ise bu­na da izin vermiş; ama ölü adına yapılabilecek diğer şeylerden menetmemiştir. Mücerret niyetten ve imsaktan (yemek, içmek, aile ilişkisi gibi orucu bo­zan şeylerden) ibaret olan orucun sevabının ulaşmasıyla Kur’ân okumak ve zikir çekmenin sevaplarının ulaşması arasında ne fark vardır? Aynı zamanda, seleften kimse böyle bir şey yapmamıştır diyen kimse de bilmediği bir konudan konuşuyordur. Bu ise bilmediği şeyin nefyine şehâdet eder. Selef ulemasından gelen, birtakım bilgileri olsa da buna hemen bir şa­hit bulamazlar. O halde, gayblar âlemiyle ilgili bilgileri en iyi bilen Allah (cc), onların niyetlerini amaçları hususunda özellikle de bağışlama niyetini dile getirmede, kâfidir. Meselenin sırrı şudur: Sevap, amel eden kişinin mülküdür. Gönül rıza­sıyla Müslüman kardeşine bağışlayınca, Allah sevabı bu kimseye ulaştırır. Öyleyse Kur’an okuma sevabını diğer sevaplardan ayırıp kulun kardeşine göndermesine engel nedir? İnkârcılar da içinde olmak üzere çeşitli asırlarda birçok beldelerde insanlar böyle amel etmişler; ulemadan hiç kimse de buna karşı olmamıştır.

Eğer denirse ki: “Rasûlullah’a bağışlamak hakkında ne diyorsun? Cevap şudur: Muteahhirîn fukahadan bazıları bunu müstehap görürken bazıları müstehap görmemiş, bunu bid’at saymıştır. Çünkü Sahabe-i Kiram böyle şeyler yapmamıştır. Rasûlullah’a ümmetinden iyi bir amel işleyenin ameli kadar, hiçbir azalma olmaksızın sevap vardır. Çünkü Rasulullah, her türlü hayırda, ümmetine önderlik yapmış; onları irşat ederek Hakka çağırmıştır. Bir hadiste: “Kim insanları doğru yola çağırırsa, kendi ecri yanında, sözüne uyup hidayet bulanların ecri kadar daha ecir alır. Hidayet bulanların ecrin­den de bir şey eksilmez” buyurulmuştur.[50] Her hidayet, her ilim, ümmete O’nun elinden geçtiğinden dolayı, kurtulsun ya da kurtulmasın kendisine uyanların aldığı ecir kadar, Rasulullah da ecir alır.” [51]

Diğer taraftan toplumsal yanılgı ve aşırılıktan hareketle Kur’an’ın, ölülere okunmayacağını, okunsa bile kesinlikle onlara hiçbir faydasının olmayacağını ileri sürmek de ikinci bir yanlıştır. Vefat edenlerin ardından Kur’an okunması, ‘avam’ın dinle irtibatı için bir vesile olmaktadır. Kaldı ki, yakınlarını/sevdiklerini Kur’an okuyarak anan kişilere “Kur’an okumayın!” dendiğinde ve yerine daha güzel bir âdet ikame edilemediğinde, söz konusu kişilerin şu an eleştirilen konumdan daha kötü bir konuma gidebileceği gözden kaçırılmamalıdır. Okunan Kur’an’ın ölülere yararı olmaması durumunda bile, okunan Kur’an ayetleri içinde duaların yer alması, ölen kişinin sadaka-i cariyeden istifade edeceğinin hadiste belirtilmiş olması dikkate alınarak, Kur’an okuma gibi salih bir ameli yerine getiren hayırlı evlatların ölen kişi için bir nevi sadaka-i cariye hükmünde olması ve Kur’an’ı o anda dinleyen ‘hayatta’ kişilerin olması Kur’an okumanın güzel olmasına delil olarak yeter.

Ölen kimsenin ardından Kur’an okuma vesilesiyle bir araya gelen insanlar, dini bir haz, heyecan ve his ile bu etkinliği gerçekleştirmektedirler. Bunu reddetmek yerine ıslah etmek, mümkün olduğunca dinin istek ve amaçlarına uygun bir tarzda yapmak önemlidir. Bu tür tâziye yerlerinde, okunan Kur’an bölümlerine bakıldığında, içerik olarak bunların Allah’ın özellikleri ve ölüm sonrası hayatla ilgili oldukları görülecektir. Hal böyle olunca, Kur’an okunan mecliste bunların anlamlarını açıklamak ve vermek istediği mesajlara değinmek uygun olacaktır. Bu, Yüce Kitabın öteki dünyayla değil, bu dünyayla ilgili olması bakımından da önemlidir. “Kur’ân’ı okuyun ve O’nunla amel edin. O’ndan yüz çevirmeyin. Yanlış yorumlarla taşkınlık yapmayın. O’nu karın doyurmaya/ticarete alet etmeyin. O’nunla zenginleşmeye kalkmayın.”[52] hadisi ışığında, Kur’an’ı geçim vasıtasına, mezarlıkları da bir ticarethaneye dönüştürmekten kaçınılmalıdır.

“Ölüler İçin Kur’an okuma hakkında son olarak şunu söyleyebiliriz: Sırf Allah rızası için okunan Kur’­an’ın sevabını ölülere bağışlamak, kendilerine fayda verir. Bunu mezar başında değil de evde, yahut camide, ya da bir başka yerde okumak, bu husustaki münakaşaları ber­taraf edeceği için, daha iyidir. Ama her ne kadar kabir yanında Kur’an okumak hakkındaki hadislerden bir kısmının sağlam senede sahip olmadıkları veya mevzu ol­dukları söyleniyorsa da, kabre dikilen yaş dalın Allah Teâlâ’yı zikretmesinden ötürü azap hafifletilince, kabir yanında okunan Kur’an’ın faydasız olacağını söylemek bilmem isabetli olur mu? Yeter ki sırf Allah rızası için, bid’atler karıştırılmadan ve usulüne uygun olarak okun­sun. Orada yalan yanlış okuyup, bir taraftan alacağı par­ayı, bir taraftan da gelen yeni ziyaretçilerden tutacağı yeni müşteriyi düşünen istismarcıların eline düşmesin…”[53]

Allah subhânehû en doğrusunu bilir. Doğrular Allah’tandır. Yanlışlıklar nefsime aittir. Hatalarımdan dolayı bağışlaması bol olan Rabbime sığınırım.

 

DİPNOTLAR

[1] Buharî,  Rikak, 42

[2] Müslim, Vasiyyet, 3; Ebu Davud, Vesaya, 14

[3] İbn Mace, Mukaddime, 20

[4] Müslim, İlim, 6

[5] Hadiste ismi sarahaten belirtilmeyen Hz.Âdem’in kâtil olan oğlunun ismi Tevrat’a göre Kâbildir. Tevrat’a göre Kâbil,  Hz. Âdem ile Hz.Havvâ’nın ilk, Hâbil ise ikinci oğludur.

[6] Buhari, Enbiyâ, 1

[7] İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitâbu’r-Rûh, s.157, ( trc. Şaban Haklı) , İz Yay., İstanbul, 1993

[8] Aliyyu’l-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.353, Hisar Yayınları, İstanbul

[9] Ebu Davud, Cenaiz, 59

[10] Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 3, s. 98-100

[11] Ahmed  bin Hanbel, Müsned, c. 6, s. 252.

[12] Ebû Dâvud, Cenâiz 72

[13] İbn Mace, Edeb, 1

[14] Eş’arî, Makâlatu’l-İslamiyyin, s. 282, Matbaatu’s-Seâde, Mısır, 1954

[15] Buharî,  Cenaiz, 94

[16] Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 371

[17] Buharî, Savm, 42

[18] Müslim, Sıyam, 27

[19] Nasıruddin El-Elbânî, Ahkâmu’l-Cenâiz, s. 170

[20] Aliyyu’l-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.353-354

[21] Sözlükte “ıskat, düşürmek; devir ise, döndürmek, çevirmek” anlamına gelmektedir. Dinî literatürde, kişinin sağlığında edâ edemediği namaz, oruç, kurban, adak, keffâret gibi ibadetlerinin, vefatından sonra fakirlere fidye ödenerek düşürülmesine ıskat; bu maksatla ayrılan meblağın kâfî gelmemesi durumunda uygulanan yönteme de devir denmektedir. Kur’ân’da, oruç tutmaya gücü yetmeyen çok ihtiyar veya iyileşme umudu kalmayan hastaların, fidye vermeleri gerektiğine dair hüküm bulunmaktadır (Bakara, 184). İslâm bilginlerinin çoğunluğu, bu âyetten hareketle, mazeretli veya mazeretsiz orucunu tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için fidye ödenebileceğini ifade etmişler; oruç borcu olan kişilerin ölmeden önce bu konuda vasiyette bulunmalarını tavsiye etmişlerdir. Namaz borcunun düşürülmesi anlamındaki ıskat-ı salât, Kur’ân ve Sünnetten herhangi bir delile dayanmamaktadır. Ancak, oruçtaki fidye hükmünü göz önünde bulunduran bazı âlimler, en azından namaz için verilen fidyelerin günahların silinmesine vesile olacak bir iyilik olduğu düşüncesiyle, mükellefin, vaktinde kılamadığı ve sonra da kaza edemediği namazlar için fidye verilmesi konusunda vasiyette bulunmasını yararlı görmüşlerdir. Iskat için ayrılan paranın yetmemesi halinde, bir miktar paranın fidye olarak fakire verilmesi,  onun da bunu alıp kabul ettikten sonra tekrar iade etmesi, aynı paranın tekrar fakire fidye olarak verilmesi ve bu işlemin fidye meblağına ulaşıncaya kadar devam etmesi şeklinde cereyan eden devir usulü, tamamen asılsız olup, dinde yeri yoktur. 

[22] Müslim, Sıyam, 27

[23] Ebu Davud, Cenâiz, 70

[24] Tirmizî, Edahi, 1

[25] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c.4, s.539-540, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990

[26] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’an, 16

[27] Ebu Davud, Cenâîz, 20

Tayâlisî (v. 204/819), Ebû Ubeyd (v.224/839), İbn Ebî Şeybe (v.235/849) ve İbn Hanbel (v.241/855) gibi kütüb-i sitte öncesi muhaddislerin eserlerinde yer alan bu hadisi, sünen sahipleri de rivâyet etmişlerdir. Hadisin sekiz ayrı mütâbii vardır. Fakat hadisi, sahâbeden sadece Ma’kıl b. Yesâr’ın rivâyet etmiş olması ve beşinci tabakaya kadar bu durumun devam etmesi, söz konusu rivâyetin ferd-i mutlak ya da bir başka ifâdeyle garîb-i mutlak olduğunu göstermektedir. Beşinci tabakada iki râvi vardır: Abdullah b. el-Mübârek (v.181/797) ve Yahya el-Kattân (v.198/813).  İbn Hıbbân (v.354/965) dışındaki muhaddislerin tamamı hadisi Abdullah b. Mübarek tarikiyle rivâyet etmişlerdir. Heysemî, hadisin râvîlerinin, sahihin ricalinden olduğunu söyleyerek, isnâda sahih hükmü vermiştir. (Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, c, VI, s. 314)

[28] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c.4, s.22, Mısır,1398

[29] İbn Hacer, Telhîsu’l Habîr fî Tahrîci Ehâdîsi’r-Râfi’ı’l-Kebîr, c.2, s.650, Mektebetü Nizâr, Riyâd.

Abdulhak el-İşbîlî (v.582/1186), İmâm Kurtubî (v.671/1273), Tîbî (v.743/1342), Münâvî (v.1031/1622) ve Abdurrahmân el-Bennâ (v.1378/1958) gibi muhaddisler, hadisin hem ölmek üzere olanlara hem de rûhunu teslim etmiş olan ölülere ihtimalli olduğunu söylemişlerdir.(Kurtubî, et-Tezkira, c.I, s.102; Abdulhak, el-Âkıbe, s.255. Münâvî, Feydu’l-kadîr, c.2, s.65)

[30] Şevkânî, söz konusu münakaşaya yer verdikten sonra şu değerlendirmeyi yapar: “Hadisin lafzı ölüler hakkında açıktır (nass). Onun, ölmek üzere olan diri kimseye (muhtazar) şümulü mecazdır. Mecâza ise ancak bir karine (delil, ipucu) olması halinde gidilir. Cemaat halinde ölünün yanında veya kabri üzerine Yâsîn okumak ile mescitte veya evinde Kur’an’ın tamamını (hatim) veya bir kısmını ölü için okumak arasında bir fark yoktur.(Şevkânî, İrşâdü’s-sâil, s. 46)

[31] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, c.12, s.340,  3. baskı, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1985

[32] Heysemî, Mecmau’z-zevâid ve Menbau’l Fevâid, c.3, s.47, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1987

Söz konusu bu râvinin yanında seneddeki Eyyûb b. Nehîk de aynı şekilde cerhedilmiştir. bu iki Ravi’nin hakkında söylenenleri hep birlikte düşündüğümüzde isnadın zayıflığının, yesîru’d-da’f olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Tebrîzî , Beyhakî’nin bu hadisi tahric ettikten sonra şöyle dediğini nakletmektedir: “Doğrusu bu hadis mevkûftur”  Fakat Beyhakî’nin hadis hakkında söylediği şeyi bu anlamda anlamak mümkün değildir. Çünkü Beyhakî:“Bildiğim kadarıyla bu hadis, yalnızca bu isnadla yazılmıştır. İçinde söz konusu kırâatın geçtiği hadis, İbn Ömer’e mevkûf olarak bize rivâyet olunmuştur.(Beyhakî, Şuabu’l-İman, c.VII, s. 16 (h.no. 9294)Şeklinde zayıf bir görüş bildirmiş ve kuvvetli olanını tahric etmiştir. Zira mevkûf dediği rivâyeti, temrîd edâtıyla söyleyerek isnadını da vermemiştir. Bu cümleden çıkarılması gereken anlam, bu hadisin mevkûf olduğu değil, ayrıca hadisin mevkûf olarak varid olduğudur. Zira İbn Ömer’in (Radıyallahu Anh) aynı lafızlarla fetvâ vermesi mümkündür. Çünkü onun böyle anlaşılmasını gerektiren başka hadisler vardır.

[33] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, c.19, s. 220- 221

[34] Buhârî, Cenâiz, 65; Ebû Dâvud, Cenâiz, 59; Tirmizî, Cenâiz, 39; Nesâî, Cenâiz, 77

[35] Aynî, el-Binâye, c.3, s.844-845.

[36] Fethu’l-Kadîr, c.6, s.132; el-Bahru’r-Râik, c.7, s. 379

[37] İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, c.2,s. 424, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut

[38] İbn Kudâme, A.g.e., c.2, 424; Kurtubî, et-Tezkira, c.1, s.96

[39] İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, c.24,s. 366, 367, Riyad,1991

[40] Kurtubî, et-Tezkira, c.1, 103.

[41] Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, c.4, s.878, Bedir Yayınevi, İstanbul, Tarihsiz

[42] Nevevî, el-Mecmû’, c.5, 311.

[43] Nevevî, el-Ezkâr (Resulullah’ın Dilinden Duâlar ve Zikirler) , s.286-287, Ravza Yayınları, İstanbul, 2006

[44] İbn Hacer, Fetâvâ, s. 20.

[45] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c.4, s.52.

[46] Mevdudî, Fetvalar, c.3,s.232-233, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992

[47]  Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c.3, s.98-101, Risale Yayınları, İstanbul,1990

[48] Alaaddin Palevî, Mühim Soruların Cevabı, s.182-183, Şehadet Yayınları, Konya,2008

[49] Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, c.1, s.350, Ölçü Yayınları, İstanbul, 1985

[50] Birinci bölüm, Ahmed’in, Müslim’in, dört Sünen sahibinin, Dârimî’nin ve İbni Ebî Asım’ın Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri sahih bir hadisin bir bölümüdür, bkz. Sahîhül-câmî (6110)

[51]  İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-ruh,  İz Yayıncılık, s. 187-191

[52] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 428; Beyhaki, Şuabü’l-lman, II, 532; el-Hindi, Kenzu’l-Ummâl, I, 511

Birisi adına ücretle Kur’an okumak ittifakla caiz değildir. Çünkü Kur’an okumak bir ibadettir; ibadet de sadece Allah rızası için yapılır. Bunun dışında başka bir maksat gözetilerek yapılan her türlü davranış, görünüşte ibadete benzese bile, gerçekte ibadet değeri taşımaz. İbadet olmayınca da sevabı olmaz, olmayan sevap da başkasına bağışlanmaz.

[53] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı), s.464, Esra Yayınları, Konya, 1994

EMPERYALİZM’İN KEŞİF KOLU: ORYANTALİZM

  “Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım. Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslam memleketlerinde girişeceğimiz ...