Burada ölümlerini müteakip berzah
hayatı başlayan kabirdekilerin salih amellerden istifade etmelerinden
kastımız, kendilerinin ölmeden önce işledikleri ve amel defterlerine yazılıp
beraberinde götürdükleri değildir. Çünkü ondan istifade edecekleri, herkesin
mâlumudur. Asıl bizim izah etmeğe çalışacağımız husus, kendileri berzah
âlemine göçtükten sonra amel defterlerine yazılacak ve orada fayda sağlayacak
olan şeylerdir. Bu da, ya kendilerinin sağlıklarında yaptıklarının bir devamı
olur, ya da geride kalan dost ve akrabalarının kendisi için yaptıkları.
Kabir ehlinin istifade
edecekleri sâlih amelleri iki kısımda mütalaa etmek mümkündür:
1- Kendi Yaptıklarından
İstifade Etmeleri: İnsan kabre girdiğinde onunla birlikte kabre giren
ve ona fayda verecek olan, hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, sadece
amelidir. Ancak
kabrinde ameliyle başbaşa kalan mü’minin, dünyada iken yaptığı bazı işleri
vardır ki, bunların, kişinin ölümünden sonra da amel defterine sevap
yazılmasına sebep olacağı ve ölümden sonra da bunlardan istifade edeceği,
Rasûlullah Efendimiz tarafından haber verilmiştir.
Rasûlullah Efendimiz, Ebu
Hureyre’den rivâyet edilen bir hadisinde şöyle buyuruyor: “İnsan öldüğü zaman
amel-i sâlihi kesilir, ancak üç şey müstesna (bunları yapanın amel-i sâlihi
devam eder): Sadakayı cariye, faydalı ilim ve kendisine dua edecek olan salih
evlat.”
Bu üç şeyi dünyada bırakmış
olanın, bunlar yaşadıkça ve insanlar bunlardan istifade ettikçe, kabrinde
onların faydasını görüp, amel-i sâlihinin devam edeceği bildirilmektedir bu
hadis-i şerifte.
Bu hususta Ebu Hureyre’den
rivâyet edilen bir diğer hadis de şu meâldedir: “Mü’mine ölümünden sonra amel
ve hasenatından (iyiliklerinden) lazım olacak olanlar (faydası olanlar)
şunlardır: Öğretip yaydığı ilim, geriye bıraktığı salih evlat, (yazıp) miras
bıraktığı mushaf, yaptığı mescid, yolcular için yaptırdığı konaklama yeri (ev,
misafirhane) ve sağlığında, sıhhatli zamanında malından ayırdığı sadaka. İşte
bunların hepsi ölümünden sonra ona lazım olur.”
Görüldüğü üzere, burada da faydalı
ilim ve salih evlat yanında sadakay-ı cariye cinsinden daha başka ameller de
sayılmıştır. İslam’da iyi bir çığır açan ve hayırlı bir işe sebep olanların, o
işi yapanların aldığı sevaba denk sevap alacağını da burada hatırlamak gerekir.
Hayırlı bir işi başlatan yahut yapılmasına sebep olanların alacakları bu sevap,
ölümlerinden sonra da devam edecektir.
Yine Rasûlullah Efendimiz’in: “Her
nefis öldürüldükçe, onun kanından Âdem’in ilk oğluna bir
(günah) payı gider. Çünkü öldürmeyi ilk defa âdet eden o olmuştur.” meâlindeki
hadisleri de kişinin sebep olduğu ve başlattığı işlerin yapılmasından,
kendisine sevap yahut günah yazılacağını göstermektedir.
Demek ki, ölümden sonra sadakai
câriye, faydalı ilim ve sâlih evlat bırakan, bunlardan istifade edecektir.
Öyleyse her mü’minin sağlığında bunları geride bırakabilmek için gayret
sarfetmesi gerekir. Çünkü bu şekilde, insanın hayatında sebep olduğu
amellerden istifade edeceği hususunda âlimler fikir birliği (icmâ)
etmişlerdir.
2- Başkalarının Yapacakları
Amellerden İstifade Etmeleri: İnsanın hayatında bizzat yaptığı veya
sebep olduğu iyi işlerin, ölümünden sonra da kendisine fayda sağlayacağında
ittifak eden âlimlerimiz, ölümünden sonra geride kalanların kendisi için
yapacakları iyi işlerin sevabının ulaşıp ulaşmayacağı yahut hangisinin ulaşıp
hangisinin ulaşmayacağı hususunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır.
Ehl-i bid’at fırkalarından
olan Mu’tezile Mezhebi mensupları, duâ ve sadaka da dâhil, ölüye dirilerin
yaptıkları hiç bir şeyin fayda vermeyeceğini savunur. Delil
olarak da Allah’ın hükmünün değişmeyeceğini ve herkesin kendi yaptıklarından
sorumlu tutulacağını haber veren âyetleri getirirler: “İnsana çalışmasından
başka bir şey yoktur.” (Necm,39) “Siz, ancak yaptıklarınızın cezasını
çekeceksiniz.” (Yâsin, 54) ve “Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine,
yaptığı fenalığının zararı da yine kendinedir” (Bakara, 286)
Bu âyetlerde insanın yalnız kendi
yaptıklarından fayda yahut zarar göreceği belirtilmiştir. Binaenaleyh kendi
yaptıklarından başka bir sevap ölümünden sonra ona ulaşmaz, derler.
Ehl-i Sünnet âlimlerimizin hepsi,
her ne kadar hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceğinde ihtilaf
etmişlerse de, ölüye başkalarının yapacağı amellerin fayda vereceği hususunda
ittifak etmişlerdir. Çünkü bu konuda, bazı amel ve iyiliklerin fayda vereceğine
dair, apaçık âyet ve hadisler vardır. Meselâ dua ve istiğfarın faydalı
olacağına şu âyet-i kerime delalet etmektedir: “Onlardan, sonra gelenler şöyle
derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla geçmiş olan kardeşlerimizi
bağışla; kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma.” (Haşr,10)
Burada Cenab-ı Hakk, daha önce
iman edip de göçmüş olan kardeşleri için istiğfar eden (bağışlanmalarını
dileyen) mü’minleri övmüştür. Eğer istiğfarın ölülere bir faydası olmasaydı,
Allah Teâlâ, âyetinde ölmüş kimselere istiğfar edenleri övmezdi.
Ölüye kılınan cenaze namazı da ona
dua etmek, onun affını dilemek içindir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz: “Ölüye
namaz kıldığınız zaman ona gönülden dua edin.” buyurmuş
ve kendisi de kıldığı cenaze namazlarında ölü için dua etmiştir. Şâyet bu
namaz ve duanın ölüye bir faydası olmasaydı, Rasûlullah Efendimiz bunu ne kendi
yapar ve ne de başkalarına emrederdi.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi
için, ölü için başkalarının yapabilecekleri işleri bir kaç maddede
toplayabiliriz:
a) Dua ve İstiğfar: Ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceğinde
âlimlerimiz ittifak etmişlerdir. Burada
kendisi için dua edilen kimsenin mü’min olması şarttır. Zira imanı olmayanlara
hiçbir şeyin fayda vermeyeceği açıktır. Zaten onlar için dua etmek de meşru
değildir.
İmanı olanlara dua ve istiğfarın
fayda vereceğine ise, yukarıda zikrettiğimiz âyet ve hadisler delalet ettiği
gibi, bu hususta daha pek çok naklî delil vardır ve akıl da bunu teyid
etmektedir: Ümmül-Mü’minin Hz. Aişe, Rasûlullah Efendimizin Bakî Mezarlığı’na
çıkıp oradaki ölülere dua ettiğini, bunun sebebini sorduğunda da: “Onlar için
dua etmekle emrolundum.” buyurduğunu
haber veriyor. Yine Rasûlullah Efendimizin, kabir ziyâreti için kabristana
varanların ne söylemeleri gerektiğini öğretirken, selamdan sonra oradakiler
için dua etmeyi ta’lim ettiğini daha önce zikretmiştik. Bu hususta daha pek
çok sahih hadis vardır.
Bunlardan biri de, Rasûlullah
Efendimizin, cenazeyi defnetme işi bitince ashabına: “Kardeşiniz için istiğfar
ediniz (affını dileyiniz) ve ona tesbit (sorulara sarsılmadan cevap
vermesini) isteyiniz. Çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.”
buyurmasıdır. Bu hadis, dirinin duasının ölüye fayda vereceğine delildir.
Çünkü fayda vermeyecek olsaydı Rasûlullah Efendimiz bunu emretmezdi.
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir
başka hadisinde ise Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor: “Allah Tealâ, sâlih
kulunun Cennetteki derecesini yükseltir. Bunun üzerine o: Ya Rabbi bu
(yükselme) nereden (ne sebebiyle) dir? diye sorar. Cenab-ı Hakk ona şöyle der:
Oğlunun senin için yaptığı istiğfar sebebiyledir.”
Burada da duâ ve istiğfarın ölüye
faydası olacağı haber verilmektedir ki, İmam Eş’arî, “Makâlatu’l İslamiyyin”
adlı eserinde, “Ashab-ı Hadis ve Ehl-i Sünnet’in cümlesinin görüşleri” başlığı
altında bu zümrenin duâ ile sadakanın, Müslüman ölülerine, ölümlerinden sonra
fayda vereceğine inandıklarını bildirmektedir. Öyleyse
duâ meşru ve faydalıdır.
b) Sadaka Vermek: Duâada
olduğu gibi, sadakanın da ölüye faydalı olacağı hususunda Ehl-i Sünnet âlimleri
ittifak etmişlerdir. Rasûlullah Efendimizin buna delâlet eden sahih hadisleri
vardır. Nitekim Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: ” Rasûlullah Efendimize bir adam
gelerek şöyle dedi: “Ya Rasûlallah, annem birdenbire öldü, vasiyyet edemedi.
Öyle sanıyorum ki, konuşabilseydi sadaka verirdi. Acaba ben onun yerine sadaka
versem sevabı ona ulaşır mı?” Rasûlullah Efendimiz, “Evet.” cevabını verdi.”
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir
başka hadis-i şerifte de babası ölmüş olan bir adam Rasûlullah Efendimize, babasının
çok mal bıraktığını ve vasiyyet etmediğini bildirerek, onun namına tasadduk
etsem olur mu (günahlarına keffaret olur mu)? diye soruyor. Rasûlullah
Efendimizin verdiği cevap yine, “evet” olmuştur.
Burada ölüye sevabının ulaşacağı
bildirilen sadaka, sadakanın verildiği mal yönünden iki kısımdır: Birincisi,
ölünün kendi malından verilen sadaka, ikincisi ise geride bıraktığı
evlatlarının kendi mallarından verdikleri sadaka. Ölenin iman ile gitmiş olması
şartıyla, bunların ikisi de kendisine fayda verir. Kaldı ki, eğer vasiyyet
etmemişse, ölenin malı, zaten ölümünden itibaren mirasçılarının olur.
Bu konuda delil olan hadis-i
şeriflerde, hep evladın baba ve annesi için vereceği sadaka söz konusu edildiği
için ve bir de: “İnsan için kendi çalışmasından (sa’yu gayretinden) başkası
yoktur”( Necm, 39) âyetiyle delil getirip, ancak evladın yaptıklarının, ölünün
kendi çalışması cinsinden olacağını belirten bazı âlimler, evlat dışındaki
kişilerin sadakalarının ölüye faydalı olacağına dair delil bulunmadığını
söylemişlerse de İmam Nevevî, ister evlat, isterse başkaları tarafından
verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak olduğunu
bildirmektedir. Ancak bu sadakanın mezar
başında dağıtılması meşru olmadığı gibi, cenazeyle beraber götürülüp, cenazeyi
defnedince dağıtmak da mekruhtur.
c) Ölünün Borcunun Ödenmesi: Bu ölüye fayda verip, borçtan kurtulmasına sebep olur.
Burada mali borçlarının ödenmesinde, borcu ödeyen kişinin, ölünün bir yakını
olması yahut olmaması neticeyi değiştirmez. Kim öderse ödesin, kendisi borçtan
kurtulur.
d) Üzerinde borç kalan
oruçlarının geride kalan akrabaları tarafından tutulması: Hz. Aişe
validemiz, Rasûlullah Efendimizin: “Kim, üzerinde oruç borcu olduğu halde
ölürse, onun orucunu velisi tutar.” buyurduğunu
haber vermiştir. Bu konuda İbn Abbas’tan rivâyet edilen diğer bir hadiste de,
üzerinde bir aylık (nezir) oruç borcu olan bir kadının vefat ettiği ve
çocuğunun (oğlu veya kızının) Rasûlullah Efendimize gelip: “…Ben onun yerine
oruç tutsam olur mu?” diye sorduğu haber verilmektedir. Rasûlullah Efendimiz
ona: “Annenin üzerinde borç olsaydı, onu öder miydin?” diye sorar. Onun:
“Evet.” diye cevap vermesi üzerine de: “Allah’ın borcu, ödenmeğe daha
layıktır.” buyurur.
Oruç tutmak bedenî ibadetlerdendir.
Burada oruç ibadeti zikredildiği ve başkalarının tutacağı orucun sevabının
ölüye ulaşacağı haber verildiğinden, diğer bedenî ibadetlerde de aynı durumun
söz konusu olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Oruç konusunda rivâyet edilen
hadislerden, bazı âlimler, farz olan Ramazan orucundan üzerinde borcu olarak
âhirete göçmüş olanların oruçlarının bile geride kalanlar tarafından
tutulabileceği hükmünü çıkarırlarken, bazıları da sadece nezir orucunun
tutulabileceğine kail olmuşlardır. Hanbelîler ile Hz. Aişe ve İbn Abbas’ın bu
son görüşü savundukları haber verilmiştir.
Bu durumu açıklayan İbnu’l-Kayyim
el-Cevziyye: “Nasıl ki farz namazı, bir başkası diğerinin yerine namaz
kılamazsa, farz oruç da aynıdır” der. Şüphesiz böyle bir kapı açmak, insanları,
sağlıklarında kendi yapacakları amelleri ihmale sevkeder ki, bu hususu nazarı
dikkate alan bazı âlimler, hiçbir orucu tutamaz. Ancak keffaretini verir,
demişlerdir.
Şunu unutmamak gerekir ki, ölmüş
olan kişinin yerine bir başkasının yapacağı ibadetler, buna caizdir, diyenlere
göre bile aynen kendisi yapmış gibi yüzde yüz mesuliyetten kurtarmaz. Eğer
böyle olsaydı zengin olanlar, kendi ibadetlerini başkalarına yaptırır,
mesuliyetten kurtulurlardı. Bu, kat’iyyen caiz değildir.
Şafiî ve Malikîler, başkaları
tarafından yapılacak olan bedenî ibadetlerin hiç birinin sevabının ölüye
ulaşmayacağını söylerlerken, bu durumu göz önüne almış olsalar gerekir. Ancak
Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel ve Selef âlimlerinin bir kısmı, oruç tutmak, Kur’an
okumak, zikretmek gibi bedenî ibadetlerin sevabının ölüye ulaşacağını
belirtirken de,
bu ibadetlerin, onların sağlıklarında yapmadıkları ibadetlerin yerine
geçeceğini söylememişlerdir. Bu yapılan ibadetlerin faili, -şüphesiz sağ olan
kişidir ve yaptığı ibadet kendisinindir. Sadece bu ibadetten elde edeceği
sevabı bir başkasına bağışlamaktadır. Bu, onun üzerindeki asıl borcun düşmesi
değil, yapılan hayırlı amelin bağışlanan sevabından istifade etmesidir. Umulur
ki Cenab-ı Hakk, bu sevap nedeniyle onun bir kısım azabını hafifletir veya
derecesini yükseltir.
Ama ölü, kendi yapmadığı ve ihmal
ettiği ibadetlerden mutlaka sorguya çekilecektir. Bazı cahil kimselerin
zannettikleri gibi, ıskatını vermekle veya devirle yahut
fidye ve keffâretini vermekle ölü yüzde yüz mesuliyetten kurtulmuş olmaz. Eğer
usûlüne uygun şekilde yapılmışsa, yapılan bu gibi iyi amellerin sevabı
bağışlanmakla sadece o kişinin affı umulur.
e) Hac konusu da böyledir. Rasûlullah Efendimiz, sağlığında hacca gitmemiş
olan bir kadının yerine bir yakınının haccetmesini emretmiştir. Ama bu da
sadece bir ibadetin yapılıp, sevabının ölüye bağışlanmışının cevazına delalet
eder. Umulur ki o sevap nedeniyle Allah Teâlâ, huzuruna ibadet borcuyla varmış
olan o kulunu affeder, yoksa sağlığında fırsat elde iken bu ibadeti tehir edip
yapamadan ölenler, kendi ihmallerinin cezasını çekerler.
Üstelik bu gibi ibadet borçlarının
üzerinde kalması için de meşru bir mazereti olmalıdır kişinin. Meselâ, oruç
borçlandıktan sonra hastalanıp ölünceye dek borcunu tutacak kadar sıhhate
kavuşamaması gibi. Ancak böyle bir özre binaen yapamamış olanı, geride
kalanların, Allah’a karşı olan borcunu ödemeleri sebebiyle Allah Teâlâ
affeder, yoksa kasıtlı olarak terkedenleri değil.
f) Kurban: İslâm’da kabirlerin başında ölüler adına kurban kesmek
yasaklanmıştır. Nitekim Rasûlullah Efendimiz; “Kabirde sığır, deve, koyun
kesmek, İslâm’da yoktur” buyurarak
bu hakikati ifade etmiştir. İslâm’da bütün ibadetler gibi kurban da ancak Allah
adına ve Allah rızası için ifa edilebilir. Ölüler adına olmamak şartıyla her
zaman Allah rızası için kurban kesilerek tasadduk edilip sevabı onlara
bağışlanabilir. Zikredeceğimiz şu rivayet de bunu göstermektedir: Hâneş
(rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Ali (r.a)’yi gördüm, iki koç kesmişti. Dedi ki:
‘Biri kendim için, diğeri Rasûlullah için.’ Hz. Ali (r.a) ilave etti:
“Rasûlullah (s.a.s) böyle emretti -veya şöyle demişti, böyle vasiyet etti.- Ben
(hayatta olduğum müddetçe) ebediyyen terk etmeyeceğim.”
Ayrıca Rasûlullah Efendimizin de
sevabını ümmetinden Allah’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet
edenlere bağışlamak üzere Allah adına kurban kestiği bildirilmiştir.
g) Kur’an Okuyup Sevabını Ölüye
Bağışlamak: Kur’an-ı Kerim, yaşamakta olan
tüm insanlık için bir rahmet, şifa ve okunmasında fayda veren Allah Teâlâ’nın
bir kelâmıdır. Bu konuda Rasûlullâh Aleyhisselâm’dan nakledilen oldukça fazla
rivayetler vardır. Bunlardan bir tanesi de Abdullah b. Mes’ud (r.a.) tarafından
nakledilen hadistir. Rivâyete göre Rasûlullâh Aleyhisselâm şöyle
buyurmuştur: “Allah’ın Kitabından bir harf okuyana bir hasene vardır.
Bir hasene ise, on kat olarak yazılır” Bu
hadis çerçevesinde, Kur’an’ın okunması, dirilerin yanında hayattan göçmüş
müslüman kişilerin de bu gibi rahmet ve faydalardan yararlanabileceği gibi
hususlar İslam âlimleri tarafından tartışılmıştır. Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın
gerek yakın çevresi gerekse arkadaşlarından ölen olduğunda Rasûlullâh
Aleyhisselâm onlara Kur’an okumuş mudur? Ya da Kur’an’ın ilk muhatapları olan
sahabeler böyle bir uygulama içerisinde olmuşlar mıdır? Kur’an’ın okunması
sonucu sevabın ölülere ulaşması mümkün müdür? Yine bunlar ile ilgili herhangi
bir rivâyet var mıdır? Ya da bazılarının dediği gibi bu husus tamamen batıl
inanç mıdır? gibi soruları rivayetler ve İslam âlimleri tarafından yapılan
yorumlarla açıklamaya çalışacağız.
Baştan ifâde edelim ki, yüce
kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ölülerin ardından Kur’an okunmasına dâir emreden
veya yasaklayan bir sarih âyet yoktur. Yalnızca Haşr sûresi 10. âyette: “Onlardan
sonra gelenler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi
bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen
şefkatlisin, merhametlisin. derler.” buyrularak iman edip de bu
dünyadan ahirete göçmüş olan kardeşlerimiz için duâ etmemiz gerektiği ifâde
edilmiştir.
Ölülere
Kur’an okunup-okunmamasıyla ilgili ikinci ana müracaat kaynağımız Hadis
kaynaklarına bakacak olursak pek çok rivayet ile karşılaşılacağı
görülecektir.Söz konusu olan konu hakkında muhaddislerin eserlerinde birçok
hadis olmakla beraber, en meşhur olan ve İslam âlimleri tarafından müsbet veya
menfi olarak sunulan birkaç hadisi zikredeceğiz:
Bunlardan ilki Ma’kıl b. Yesar
(r.a.) tarafından nakledilen hadistir. Hadiste Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın “ölülerinize
Yâsin’i okuyunuz” hadisidir.
Hadisi rivâyet eden Ebû Dâvûd, hadisin hükmü hakkında sükut etmiştir. Hakkında
sükut ettiği hadislerin sâlih olduğunu bizzat kendisi söylediğinden ona göre
hadis, delil olmaya elverişlidir. Heysemî, hadisin sahih olduğunu söylerken
Hâkim ve Zehebî de rivayetin sahih olduğu kanaatindedirler. Diğer taraftan, İbn
Kattân, rivayet edilen hadisin üç açıdan muallel olduğunu ve bu hadisin zayıf
olduğunu belirterek, hadisin bazı tariklerinde mevkuf, bazılarında ise merfu
olarak rivayet edilmiş olmasının yanında isnadında ızdırâb olduğunu
söyler. Bütün bu söylenenleri, birlikte değerlendirdiğimiz ve biraz sonra
vereceğimiz hadislerin şahitliğini de göz önünde bulundurduğumuz vakit hadisin
hasen olduğu kanaati ağır basmaktadır. Nitekim Şevkânî’nin vardığı sonuç da
budur.
Hadisin ifade ettiği anlam üzerinde
muhaddisler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım musannifler bu
rivayeti, sekarât-ı mevt halinde olan kişiye yapılabilecek işlemlerle ilgili
bablarda ele alırken (İbn Mâce, Cenâîz, 24) bir kısmı da istircâ (İnnâ Lillâh)
bâbından sonra bu hadise yer vermiştir (Ebu Davud, Cenâîz, 24). Özellikle Ebu
Dâvud, bâb başlıklarında belli bir sıra takip etmiş ve istircâ ile ölünün
üzerini örtme bâblarından sonra söz konusu bâbı açmış ve hadiste ifade edilen
“mevtâ” kelimesinin, ölmekte olan kişilerin değil ölmüş olanların kastedildiği
kanaatindedir. Hadisin zâhiri anlamı zâten böyledir. Şafii âlimlerinden olan
Muhibbu’t-Taberi de bu hadisin zahiri yönden anlamını alarak ölüden
kastedilenin, ruhu bedeninden ayrılan kimse olduğunu ve hadisin ölmek üzere
olan kimse için hamledilmesinin hiçbir dayanağının olmadığını ileri
sürmüşlerdir.
“Ölülerinize (Yasin’i) okuyunuz”
hadisinin zayıf olduğunu söyleyenlerin yanında uydurma olduğunu söyleyen
olmamıştır. Bu da bize bu konunun zayıfta olsa aslının olduğunu göstermektedir.
Yapılan yorumlar ve düşünceler, hem ölmek üzere olan kişiler hem de ölenler
olmak üzere iki yönlü bir sonuç çıkar ki, bu şekilde bir düşünüşün doğru bir
yaklaşım tarzı olduğu kanaatindeyiz.
Yine bir başka hadiste Rasûlullâh
Aleyhisselâm’dan Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle rivayet etmiştir: “İçinizden
birisi öldüğü zaman onu durdurmayın ve onu kabrine koyma konusunda acele
ediniz. Sonra da içinizden birisi ölünün başucuna durarak Fâtihâ sûresini,
ayakucunda da Bakara sûresini okusun”
Merfû olarak rivayet edilen bu hadisin isnadını, Heysemî senetteki Yahya b.
Abdullah el-Bâbülettî’nin zayıf olduğu gerekçesiyle bu hadisi zayıf olarak
nitelemiştir.
Sahabeden Leclac (r.a.), oğluna
vasiyette bulunurken şöyle demiştir: “Oğulcuğum! Ben öldüğüm zaman beni
mezara göm. Beni mezarıma koyduğun zaman şöyle söyle: Bismillâhi ve alâ milleti
Rasûlillâh. Sonra da üzerime toprak atarak onu düzle. Daha sonra ise başucumda
Bakara sûresinin baş tarafını ve son kısmını oku. Zira ben Rasûlullah’ın böyle
dediğini duydum.” Heysemî,
hadisin ravilerinin tamamının sika olduğunu belirtmiştir. Ancak bir ravi
hakkında tereddüt etmiştir. İbn Hacer ise bahsi geçen ravi için makbul hükmünü
vermiştir. Bunun dışında isnadda bir problem gözükmemektedir. Şu halde bu
isnad, hasen derecesindedir.
Cenaze namazında Fâtiha sûresinin
okunacağına dair Talha’dan (Radıyallahu Anh) şöyle bir hadis nakledilmektedir:
Talhâ’dan (Radıyallahu Anh): “Abdullah b. Abbas’ın (Radıyallahu Anh)
arkasında bir cenaze namazı kıldım ve O, Fâtiha sûresini okudu. Sonra da onun
sünnet olduğunu öğrenin diye, böyle okudum” dedi. Hadisi
rivâyet eden muhaddislerin bu hadisin bulunduğu bölüme verdikleri isim,
Buhârî’nin ‘Cenaze namazında Fâtiha sûresini okumak babı’ şeklinde vermiş
olduğu isimden farklı değildir. İmâm Tirmizî, hadise hasen sahih hükmünü
verdikten sonra birçok sahâbe ve tabiîn uygulamalarının bu yönde olduğunu ve
Şafii, Ahmed ve İshâk gibi âlimlerin de bu hadisle amel ettiklerini ama Sevrî
ve Kûfelilerin hadisi almadıklarını ilave etmektedir. Abdurrezzâk da Tirmizî
gibi İbn Mes’ud başta olmak üzere pek çok sahâbe ve tabiînin söz konusu
uygulamadan yana olduklarını aktarmaktadır.
Cenaze namazı, Allah’ı övme, Hz.
Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) salavât getirme ve ölü için de duâ
etmek olarak telâkki edilmektedir. Zaten rükûsuz ve secdesiz olması onun, diğer
namazlardan farklı olduğunu gösterir. Cenaze namazı bizzat ölmüş olan kişiye
kılınır. Bu namazın ön şartı cenazenin vukuudur. Sırf ölü için kılınan bir
namazda Kur’ân okunması anlamlıdır. İster duâ anlamında olsun, isterse
Kur’ân’dan bereketlenme manasında olsun, bu uygulamanın ölüye Kur’ân
okunabileceğine dair bir hüccettir.
Kur’an’ın ölülere okunmasına dair
zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz ondan fazla rivayet bulunmaktadır.Kaynaklarda
yer alan hadislerin tamamına yakınının en iyi değerlendirmeyle hasen olduğu ve
bizzat Rasûlullah efendimizin herhangi bir ölüye Kur’an okuduğuyla ilgili bir
haberin gelmediği bütün âlimlerimizin ortak kanaatidir. Bunun yanı sıra ölülere
Kur’an okunmasının bir sahabe uygulamasını gösteren rivayetler de vardır.
Naklettiğimiz rivayetler de bunu göstermektedir. Dolayısıyla hadis açısından
konu yeni değil aksine önceden de var olan bir uygulama olduğunu görmekteyiz.
Yani ölülere Kur’an okunmasının sonradan bir bid’at olarak ortaya çıktığı
iddiasının yanlış olduğu kanaatindeyiz.
Başta mezhep imâmları olmak üzere,
fakihler de, konu hakkında değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin
bilinmesi ile konunun daha iyi anlaşılacağını ve aydınlanacağını umuyoruz:
Hanefîler, kabirde olsun, başka
mekânlarda olsun, ölülere Kur’ân okumanın câiz olduğunu ve okunan Kur’ân’ın
sevâbının bağışlanması durumunda, bunun ölüye ulaşacağını söylemişlerdir. Hanefî
fıkıh kitaplarının hemen hemen tamamında, konuya ilişkin şu metin yer
almaktadır. “Kişi, namaz, oruç, zekât, hac ve Kur’ân okumak gibi bir
ameli yapar da, sevâbını başkasına bağışlarsa -bunu hangi niyetle yaparsa
yapsın- bu yapılan bağış yerine ulaşır ve kendisine bağış yapılan kimse bundan
yararlanır. Ölü veya diri olması fark etmez.”
Muhaddis ve fakîh Aynî’den, Molla
Aliyyul Kârî ve İbn Âbidîn’e kadar, hemen hemen bütün Hanefî fakihleri
buna dâhildir. Şu ifadeler de Hanefî âlimlerine aittir: “Ehl-i Sünnet ve’l
Cemâat Mezhebi’ne göre, bir insan, namaz, oruç, hac, Kur’an okumak, zikir, gibi
işlediği güzel amellerinin sevabını başkasına hediye edebilir.”
Hanbelîlerde Hanefîler gibi düşünerek,
ölülere Kur’ân okunmasını câiz görmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel, Muhammed b.
Kudâme el-Cevherî ile birlikte bir cenazeye katılmış ve tam mezarlıktan
ayrılacakları esnada kör bir adam kabrin başında Kur’ân okumaya başlayınca, İbn
Hanbel: “Ey falanca! Kabirde Kur’ân okumak bid’attır.” diyerek kırâata engel
olmuştur. Bunun üzerine Muhammed b. Kudâme, Ahmed b. Hanbel’den, Mübeşşir b.
İsmâîl el-Halebî hakkındaki düşüncesini ve ondan hadis alıp almadığını sormuş,
o da söz konusu şahsın sikâ (rivayet hususunda güvenilir, muteber) olduğunu ve
kendisinden rivâyette bulunduğunu ifâde etmiştir. Bunun üzerine Muhammed,
Leclâc radıyallahu anh hadisini, Mübeşşir b. İsmail’in kendisine rivâyet
ettiğini söylemiştir. Bunu duyan Ahmed İbn Hanbel, kabirde Kur’ân okumanın
bid’at olduğunu söylediği adamın çağrılmasını ve kırâatına devam etmesini
istemiştir.
Yine Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediği
nakledilmektedir: “Kabristana girdiğinizde Âyete’l-Kürsî ve üç defa
İhlâs Sûresi’ni okuyarak şöyle duâ ediniz: Allah’ım! Onun ecrini şu kabir
halkına ulaştır.”
Hanbelî mezhebinin önde gelen
fakihlerinden İbn Kudâme, İbn Kudâme el-Makdisî ve İbn Teymiyye, Ahmed İbn
Hanbel’in bu görüşünün daha meşhur olduğunu söyleyerek, tercihte
bulunmuşlardır. Bu konuda Hanbelîler de Hanefîler gibi çerçeveyi geniş tutarak,
“ne tür ibâdet olursa olsun, kişi yaptığı ibâdetin sevâbını ölülere bağışlarsa,
Allah’ın izniyle ölü bundan yararlanır.” demişlerdir. İbn Teymiyye ise,
mâlî ibadetlerin sevabının ölülere ulaşması noktasında, Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemâat arasında hiçbir aykırı görüşün olmadığını, namaz kılarak, oruç
tutarak ve Kur’ân okuyarak sevaplarının bağışlanması durumunda, bunların
ölülere ulaşıp ulaşmadığı hakkında ise tartışmaların olduğunu ve doğrusunun bu
tür ibadetlerin sevaplarının da ölülere ulaşması olduğunu söylemiş, birinci
bölümde incelediğimiz hadisleri de delil olarak göstermiştir.
Mâlikîler, duânın dışındaki bedeni
ibadetlerin ölüye ulaşmayacağını söylemişlerdir. Onlara göre muhtazar(ölüm
halinde olan)ın yanında, Kur’ân okunabilir. Ama gerek defin sırasında gerekse
definden sonra ölülere Kur’ân okunmaz. Fakat Abdulhak el-İşbîlî ve
Kurtubî gibi müteahhir Mâlikî âlimleri, özellikle de Endülüs fukahâsı,
ölülere Kur’ân okunabileceğini ve ölülerin bundan yararlanacağını
söylemişlerdir. İmâm Kurtubî, ölülerin durumu ve ahirete müteallik işlerle
ilgili yazdığı kitabında, bu konuya geniş yer vermiş, sonuç olarak: “Ölülere
okunan Kur’ân’ın hem sevabı, hem de ölülerin o kırâati dinlemelerinin ecri
onlara ulaşır. Kur’ân okunduktan sonra bağışlanan sevap da ulaşır. Çünkü Kur’ân
bir duâ, istiğfar, yakarma ve istirhâmdır.” diyerek
kanaatini ifâde etmiştir.Mâlikîlerden Kadı İyaz da, ölüye Kur’ân okumanın
müstehab olduğunu söylemiştir.
Şâfiî mezhebinde daha çok şöhret
bulmuş görüşe göre, Kur’an’ın sevabı ölüye ulaşmaz. Ancak, tercih edilen
görüşe göre, bu sevap -özellikle arkasından dua edildiği zaman- ölüye ulaşır.
İbn Abdüsselâm dışında, hicrî altıncı asırdan itibaren, Şâfiî fukahâsının
geneli, Hanefîlerin görüşünü benimsemiş ve ölülere Kur’ân okunabileceğini
söylemişlerdir. İmâm Gazâlî, bu bölümde verdiğimiz hadislerden
başka, birtakım rüyalara ve İslâm bilginlerinin sözlerine de yer vererek,
kabirdeki ölülere Kur’ân okumakta hiçbir sakıncanın olmadığını ve kırâatın
sevabının ölülere ulaşacağını ifâde etmiştir. İbnü’s-Salâh, Nevevî,
Muhibbu’t-Taberî, İbnü’r-Rifat, İbn Hacer, Suyûtî ve Şirbînî’nin de içlerinde
bulunduğu müteahhir Şâfiî ulemasının tamamına yakını, ölülere Kur’ân
okunabileceğini kabul etmişlerdir. İmâm Nevevî: “Ashabımız şöyle
dedi: Mezarlığı ziyaret eden kimsenin, öncelikle kabirlere selâm vermesi,
sonra da hem ziyaret ettiği kimselere, hem de bütün Müslümanlara duâ etmesi ve
Kur’ân’dan kolayına gelen yerleri okuduktan sonra ölülere duâ etmesi
müstehaptır.” dedikten sonra, bu görüşün bizzat İmâm Şâfiî’nin ve Şâfiî
ulemâsının görüşü olduğunu kesin bir dille belirtmiştir. İmâm
Nevevî el-Ezkâr’ında ise, İmâm Şâfiî ve arkadaşlarının, “Ziyaretçilerin,
kabirde Kur’ân’dan bir bölüm okumaları müstehaptır. Şâyet Kur’ân’ın tamamını
okurlarsa/hatim yaparlarsa, daha güzel olur” dediklerini
naklederek, bilinenin aksine, Şâfiî’nin görüşünün müsbet yönde olduğunu ifâde
etmiştir.
Şâfiîlerin sonraki âlimlerinin
yazdıklarına göre, kırâatın ölüye ulaşması, ölünün huzurunda olması; gıyabında
ise kırâatın arkasından duâ edilmesi durumundadır. Çünkü kırâat mahalline
rahmet ve bereket iner. Kırâatın arkasından duâ edilmesi durumunda, duânın
kabul edilmesi daha çok umulur. Bunun gerektirdiği mana şudur: Kastedilen,
ölünün kırâattan faydalanmasıdır, ölünün o sevabı kazanması değildir. İbn
Hacer el- Askalânî de, kendisine sorulan kırâatın sevabı ölüye ulaşır
mı? suâline şu cevabı verir: “Bu, meşhur bir meseledir. Bu mevzuda ben bir
risale yazdım. Hâsıl-ı kelam, mütekaddim ulemânın ekseriyeti, okunan Kur’an’ın
sevabının ölüye ulaşacağı görüşündedir. Tercih edilen görüş ise, bu amelin
müstehap olması ve çok yapılması kabul edilmekle beraber, mesele hakkında kesin
bir şey söylemekten geri durmaktır…”
Şevkânî de, diğer müteahhir ulemâ gibi ölülere Kur’ân okunabileceğini
ve bunun sevabının ölüye ulaşacağını söylemiştir. Daha
önce ifâde ettiğimiz gibi, Şevkânî, “Ölülerinize Yâsîn Sûresi’ni
okuyunuz!” hadisinin, ölüler hakkında nass (hakikat), muhtazarlar için
ise mecaz olduğunu, mecaza gitmek için de bir karineye ihtiyaç olduğunu belirtmiş
ve hadisten anlaşılması gereken anlamın hakikat olduğuna hükmetmiştir.
Sonuç olarak cumhûr-u fukahâ,
Kur’ân-ı Kerîm’in ölülere okunabileceği, kırâatın sevabının bağışlanması
durumunda, bu sevabın, ölülere ulaşacağı ve ölülerin bu sevaptan yararlanacağı
kanaatindedir. Sadece İmâm Mâlik bu görüşe katılmamaktadır. Kurtubî, Abdülhak
gibi, Mâlikî fıkıhçıları da dahil, hicrî beşinci asırdan itibaren müteahhir
fukahâ arasında ise, ölülere Kur’ân okunabileceği, sevabının bağışlanabileceği
ve ölülerin bundan faydalanacağı konusunda icmâa varan bir ittifak oluşmuştur.
Hatta bâzı fakihler bu konuda icmâ olduğunu bile ileri sürmüşlerdir.
Ezher şeyhlerinden Hattâb es-Subkî,
ölülerin kendilerine bağışlanan her türlü ibadetten yararlanacaklarını,
cumhurun görüşünün bu yönde olduğunu söylerken, çağdaşı Reşid Rızâ da,
Mekke Kadısı ile Mekke’de yaptığı mülakatta kadıya, ölülere Kur’ân okunup
okunamayacağını sormuş, okunur cevabını alınca, kendisi de bu görüşe
katılmıştır. Seyyid Sâbık, Mısır Müftüsü Hasan Mahlûf, Ezher
şeyhlerinden Şerabâsî, Ebu’l-A’la Mevdudî,
Abdülkerîm Zeydân, Abdulfettah Ebû Gudde ve Vehbe Zuhaylî gibi
son devir âlimlerinin çoğu, cumhûrun görüşünü benimsemişlerdir.
Türkiye özelinde ise Muhammed Emin
Er, Alaaddin Palevî, Hasan
Karakaya, Nureddin Yıldız ve Hüsnü Aktaş
(Yusuf Kerimoğlu)
gibi önde gelen ilim ehlinin de genel kanaatleri bu yöndedir.
Buraya kadar olan bölümde, ölülere
Kur’an okunabileceğini ve ölülerin kendilerine bağışlanan kıraat sevabından
yararlanacağını ifade eden âlimlerin görüşlerini aktardık. Şimdi de hem erken
dönemlerde hem de son zamanlarda Kur’an-ı Kerim’in, ölülere hiçbir surette
okunamayacağını, okunsa bile faydasının olmayacağını savunan âlimlerin
görüşlerini özetle aktaracağız:
Böyle düşünenlere göre; Kur’an
hayatta olan, işiten, gören ve kavrayabilenler için indirilmiş dünya hayatıyla
ilgili bir kılavuzdur. O, ölülere hitap etmiyor, onların da ondan yararlanma
zaman ve imkânları kalmamıştır artık. Kur’an-ı Kerim’den; ölülere seslerin
iletilemediği (Rûm, 52), her insanın ancak kendi kazancının rehin tutulduğunu
(Tur, 21), kabirlerde bulunanlara işittirecek takatin olmaması (Fatır, 22),
hiçbir bir kimsenin başkasının vebalin yüklenemeyeceği ve insanın ancak
çalıştığı nispetinde hesaba çekileceği (Necm, 38-41), günahkar kimselerin
başkasının günahını yüklenemeyeceği ve yükünün ağırlığından dolayı yakını bile
olsa başkasından asla bir şey alamayacağı (Fatır, 18), herkesin kazandığı
iyilik ve yaptığı zararın kendisinin çekeceği (Bakara, 286) gibi ayetleri delil
olarak gösterirler. Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki cennet ya da
cehennem, insanın âhiretteki yerini kendi eliyle kazanması ve hiç kimseye en
ufak bir haksızlık edilmemesi için bu geçici hayat yaratılmıştır, diyerek okunan
Kur’an-ı Kerim’in faydasız olacağını söylemişlerdir. Bir de böyle düşünenler,
Rasûlullah Efendimiz’in hayatta iken zaman zaman Baki Mezarlığını ziyaret edip
ölüler için dua ettiğini ancak orada, Fatiha sûresi de dâhil, Kur’an okuduğu
veya ashabına, ölüleri için Kur’an okumaları ve sevabını bağışlamaları konusunda
tavsiyede bulunduğuna dair sahih hiçbir rivayet bulunmamadığından hareketle
bunun bid’at olduğunu ifade etmişlerdir.
Diğer bir itiraz da şudur: Kur’an-ı
Kerim’in ölülere okunması konusunda o kadar ileri gidilmiştir ki, adeta bu
alanda özel bir sektör doğmuş ve hayatında hiç Kur’an okumayan ve Kur’an’ın
içeriğinden habersiz olan insanlar ölür ölmez, adına hatim ve mevlid
proğramları düzenlenir hale gelmiştir. Müslümanların büyük bir kısmının gözünde
artık Kur’an, hastalara ve ölülere okunan bir kitap durumuna düşmüştür. Bu bir
sapmadır. Zira Kur’an’ın muhatapları dirilerdir.
Bu itirazlara karşı Ehl-i Sünnet
âlimlerimizin görüşlerini nakletmiştik yukarı bölümde ancak İbnul Kayyım
El-Cevziyye’nin sorulu cevaplı açıklamalarını nakletmek istiyoruz: “ Eğer
denilirse ki: ‘Bu anlattıklarınız, selef âlimlerinde görülmemekte. Hayra
çok düşkün olmalarına rağmen kimse Kuran okumakla ilgili bir şey
nakletmemiştir. Rasulullah da onlara bunu anlatmamış; onları duaya, istiğfara,
sadakaya hac ve oruca teşvik etmiştir. Eğer Kuran okumanın sevabı da ölülere
ulaşacak olsaydı Rasulullah bunu onlara anlatır, onlar da böyle yaparlardı.’ Cevabımız
şudur: “Bu iddianın sahipleri, hac, oruç, dua ve istiğfar sevaplarının
ölülere ulaşacağını itiraf ediyorlarsa onlara denir ki: ‘Ne sebeple Kuran
sevabının ölüye ulaşacağını reddederken bu amellerin sevaplarının ulaşacağının
kabul ediyorsun? Bu, benzer şeyler arasında ayrımı yapmaktan başka ne
olabilir? Yok eğer bu amellerin sevaplarının ölülere ulaşacağını itiraf
etmiyorlarsa ki bu olamaz bu, Kitapla, sünnetle, icma ve şer’î prensiplerde
sabit olmuştur. İşin Kurân’la olan sebebine gelince, bu selef âlimlerinde
görülmemiştir. Çünkü onlar, bir kimsenin Kuran okumasına ya da sevabını ölülere
bağışlamasına karşı olmamışlar; haddi zatında bunun üzerine düşmemişlerdir. Zamane
insanların yaptıkları gibi sırf Kur’ân okumak için kabristana gitmemişlerdir. Bunun
yanında, hiçbir selefi, okuduğu Kur’ân’ı hatta verdiği sadakayı, tuttuğu orucu
filanca ölüye bağışlayan bir adama rastlamamıştır.
Kur’ân okuma sevabının ölüye
ulaşmasına karşı olana sonra şöyle denir: “Seleften birinden: ‘Allahım, şu
orucun sevabını falancaya ver’ dediğini zorlamayla nakletmiş olsan bunu
ispatlamada yetersiz kalırsın. Çünkü onlar, salih amelleri gizlemeye çok
düşkündürler, ayrıca kazandıkları sevapları ölülerine ulaştırmak için
Allah’ı da şahit tutmamışlardır.”
Eğer denilirse ki: “Allah’ın O
Rasulü ki ashabına bunlardan bahsetmemiştir.” Meselenin cevabı çok
açıktır. Mesela biri ölü adına hac yapmaktan sormuş O da buna izin vermiş. Bir
diğeri ölü adına oruç tutmayı sormuş, oda buna izin vermiş. Bir başkası da ölü
adına sadaka vermeyi sormuş. O ise buna da izin vermiş; ama ölü adına
yapılabilecek diğer şeylerden menetmemiştir. Mücerret niyetten ve imsaktan
(yemek, içmek, aile ilişkisi gibi orucu bozan şeylerden) ibaret olan orucun
sevabının ulaşmasıyla Kur’ân okumak ve zikir çekmenin sevaplarının ulaşması
arasında ne fark vardır? Aynı zamanda, seleften kimse böyle bir şey
yapmamıştır diyen kimse de bilmediği bir konudan konuşuyordur. Bu ise bilmediği
şeyin nefyine şehâdet eder. Selef ulemasından gelen, birtakım bilgileri olsa da
buna hemen bir şahit bulamazlar. O halde, gayblar âlemiyle ilgili bilgileri en
iyi bilen Allah (cc), onların niyetlerini amaçları hususunda özellikle de
bağışlama niyetini dile getirmede, kâfidir. Meselenin sırrı şudur: Sevap,
amel eden kişinin mülküdür. Gönül rızasıyla Müslüman kardeşine bağışlayınca,
Allah sevabı bu kimseye ulaştırır. Öyleyse Kur’an okuma sevabını diğer
sevaplardan ayırıp kulun kardeşine göndermesine engel nedir? İnkârcılar da
içinde olmak üzere çeşitli asırlarda birçok beldelerde insanlar böyle amel
etmişler; ulemadan hiç kimse de buna karşı olmamıştır.
Eğer denirse ki: “Rasûlullah’a
bağışlamak hakkında ne diyorsun? Cevap şudur: Muteahhirîn fukahadan bazıları
bunu müstehap görürken bazıları müstehap görmemiş, bunu bid’at saymıştır. Çünkü
Sahabe-i Kiram böyle şeyler yapmamıştır. Rasûlullah’a ümmetinden iyi bir amel
işleyenin ameli kadar, hiçbir azalma olmaksızın sevap vardır. Çünkü Rasulullah,
her türlü hayırda, ümmetine önderlik yapmış; onları irşat ederek Hakka
çağırmıştır. Bir hadiste: “Kim insanları doğru yola çağırırsa, kendi
ecri yanında, sözüne uyup hidayet bulanların ecri kadar daha ecir alır. Hidayet
bulanların ecrinden de bir şey eksilmez” buyurulmuştur. Her
hidayet, her ilim, ümmete O’nun elinden geçtiğinden dolayı, kurtulsun ya da
kurtulmasın kendisine uyanların aldığı ecir kadar, Rasulullah da ecir
alır.”
Diğer taraftan toplumsal yanılgı ve
aşırılıktan hareketle Kur’an’ın, ölülere okunmayacağını, okunsa bile kesinlikle
onlara hiçbir faydasının olmayacağını ileri sürmek de ikinci bir yanlıştır.
Vefat edenlerin ardından Kur’an okunması, ‘avam’ın dinle irtibatı için bir
vesile olmaktadır. Kaldı ki, yakınlarını/sevdiklerini Kur’an okuyarak anan
kişilere “Kur’an okumayın!” dendiğinde ve yerine daha güzel bir âdet
ikame edilemediğinde, söz konusu kişilerin şu an eleştirilen konumdan daha kötü
bir konuma gidebileceği gözden kaçırılmamalıdır. Okunan Kur’an’ın ölülere
yararı olmaması durumunda bile, okunan Kur’an ayetleri içinde duaların yer
alması, ölen kişinin sadaka-i cariyeden istifade edeceğinin hadiste belirtilmiş
olması dikkate alınarak, Kur’an okuma gibi salih bir ameli yerine getiren
hayırlı evlatların ölen kişi için bir nevi sadaka-i cariye hükmünde olması ve
Kur’an’ı o anda dinleyen ‘hayatta’ kişilerin olması Kur’an okumanın güzel
olmasına delil olarak yeter.
Ölen kimsenin ardından Kur’an okuma
vesilesiyle bir araya gelen insanlar, dini bir haz, heyecan ve his ile bu
etkinliği gerçekleştirmektedirler. Bunu reddetmek yerine ıslah etmek, mümkün
olduğunca dinin istek ve amaçlarına uygun bir tarzda yapmak önemlidir. Bu tür
tâziye yerlerinde, okunan Kur’an bölümlerine bakıldığında, içerik olarak
bunların Allah’ın özellikleri ve ölüm sonrası hayatla ilgili oldukları
görülecektir. Hal böyle olunca, Kur’an okunan mecliste bunların anlamlarını
açıklamak ve vermek istediği mesajlara değinmek uygun olacaktır. Bu, Yüce
Kitabın öteki dünyayla değil, bu dünyayla ilgili olması bakımından da
önemlidir. “Kur’ân’ı okuyun ve O’nunla amel edin. O’ndan yüz çevirmeyin.
Yanlış yorumlarla taşkınlık yapmayın. O’nu karın doyurmaya/ticarete alet
etmeyin. O’nunla zenginleşmeye kalkmayın.” hadisi
ışığında, Kur’an’ı geçim vasıtasına, mezarlıkları da bir ticarethaneye
dönüştürmekten kaçınılmalıdır.
“Ölüler İçin Kur’an okuma hakkında
son olarak şunu söyleyebiliriz: Sırf Allah rızası için okunan Kur’an’ın
sevabını ölülere bağışlamak, kendilerine fayda verir. Bunu mezar başında değil
de evde, yahut camide, ya da bir başka yerde okumak, bu husustaki münakaşaları
bertaraf edeceği için, daha iyidir. Ama her ne kadar kabir yanında Kur’an
okumak hakkındaki hadislerden bir kısmının sağlam senede sahip olmadıkları veya
mevzu oldukları söyleniyorsa da, kabre dikilen yaş dalın Allah Teâlâ’yı
zikretmesinden ötürü azap hafifletilince, kabir yanında okunan Kur’an’ın
faydasız olacağını söylemek bilmem isabetli olur mu? Yeter ki sırf Allah rızası
için, bid’atler karıştırılmadan ve usulüne uygun olarak okunsun. Orada yalan
yanlış okuyup, bir taraftan alacağı parayı, bir taraftan da gelen yeni
ziyaretçilerden tutacağı yeni müşteriyi düşünen istismarcıların eline
düşmesin…”
Allah subhânehû en doğrusunu bilir.
Doğrular Allah’tandır. Yanlışlıklar nefsime aittir. Hatalarımdan dolayı
bağışlaması bol olan Rabbime sığınırım.