Mevlânâ[1] ve Mevlevilik Türkiye‘de öteden beri ilgi gören bir konu olmakla beraber özellikle son yıllarda bir mutasavvıfın ve bir tarikatın ismi olmaktan öte anlamlar kazanarak, kadın veya erkek, dindar ya da değil, toplumun farklı kesimleri tarafından çeşitli düzeylerde görünür ve bilinir hale gelmiştir. 2007 yılının UNESCO tarafından Mevlânâ Yılı ilan edilmesiyle gerek Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye ait eserlerin orijinal ve sadeleştirilmiş metinleri, Mesnevi’den hikâyeler, Mevlânâ’dan öğütler tarzında kitaplar ve gerekse Mevlânâ ve Mevlevilik ekseninde yazılmış kurgusal ve kurgusal olmayan anlatı deneme, roman, hikaye, gezi ve benzeri türlerdeki kitaplar yaygınlık kazanmıştır. Hatta o kadar ki bu kitaplar aylarca çok satan kitaplar reyonlarında liste başı olmuşlar ve Türkçe dışındaki dillerdeki baskılarıyla diğer ülkelerde de yoğun ilgi görmüşlerdir.Türk sinemasında da doğrudan Mevlânâ ve Mevlevîliğe ilişkin veya tematik olarak bu konulara değinen bazı filmler çekilmiştir.[2]
Fakat UNESCO Mevlânâ’nın “ben O’nun yolunun toprağıyım” dediği
İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sav) adına hiçbir şey yapmamıştır.
Böyle olunca, bu tür organize faaliyetlere olumlu bir gözle bakmanın safdillik
olacağı kanaati insanı sarıp sarmalıyor. “Acaba bunun altında ne gibi
fikirler var?” diye insan merak etmekten ya da araştırmaktan kendini
alamıyor.
Hakkında yazılan ve çizilenler o kadar farklı ki, Mevlânâ
kimilerince “Ehl-i Sünnete mensup bir âlim”[3],
kimilerince “Hak aşığı bir şâir”[4],
kimilerince “Bir peygamber”[5],
kimilerince de “ Vahdet-i vücutçu bir kâfir”[6]Reel
gerçekte de her yıl 17 Aralıkta “Devlet Büyüklerinin de resmî katılımlarıyla
anılan bir Mutasavvıf.[7]
Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz üzere “Hangi Mevlânâ, Gerçek
Mevlânâ?”. Okuduğunuz bu araştırma bu soruya cevap aramanın bir çabası…
Mevlânâ hakkında konuşmanın/yazmanın zor olduğu mâlum. Türkiye
toplumunun genel anlayışında araştırmadan sevme ve düşman olma gibi nahoş bir
yaklaşım vardır. Bu toplum dinini sever ama mahiyetini bilmez, Mevlânâ’yı sever
ama onunda eserlerini okumaz. Ama unutulmamalıdır ki, İslam her şeyin
üstündedir ve hiçbir şeye feda edilemez. İslam Yüce Allah’ın insanlığa rahmeti
ve saadetidir. Hak ve adalet hiçbir ekol veya kişi için feda edilemez ve
gizlenemez. Birtakım kişileri veya uygulamaları savunmak yahut kurtarmak
gayretiyle İslam öğretilerinin tevillerle yamuklaştırılması yahut göz ardı
edilmesi kesinlikle doğru değildir. İbn el-Cevzi’nin dediği gibi:”Hakta
tarafgirlik olmaz. Söylenenler doğru değilse, o zaman böyle şeylerden, o
mezhepten ve kim olursa olsun o kişiden sakındırmış oluruz. Allah biliyor ki,
hata edenin hatasını söylemekten maksadımız, şeriatı tenzih etmek ve onu
yabancı şeylerden korumaktır. Yoksa söyleyen ve işleyenle bizim bir İşimiz
yoktur. Bununla ancak ilim emanetini yerine getiriyoruz. Âlimler de hata edenin
kusurunu açığa çıkarmak için değil, hakkı ortaya koymak için birbirlerinin
hatalarını gösteriyorlar. ‘Kendisiyle teberrük edilen falan zahide
nasıl cevap verilir veya sözü nasıl reddedilir?’, diyecek cahillerin sözüne
itibar edilmez. Çünkü bağlılık şeriatın getirdiklerine olur, şahıslara değil.
Adam cennet ehli veya evliyadan olabilir. Onun derecesi hatasının
gösterilmesine engel olmaz.Bir şahsın yüceltilmesine bakıp ondan sadır olana
delil ile bakmayan kimse, Hz. İsa’nın kendisini görmeyip onun elinde meydana
gelen mucizelere bakan ve bundan da onu tanrılaştıran kimse gibidir. Hâlbuki
Hz. İsa’ya bakıp yeme-içme ile yaşayan bir insan olduğunu görseydi, ona sadece
layık olduğu değeri verirdi (insan sayardı).”[8]
MEVLÂNÂ’NIN HAYATI[9]
6 Rebîülevvel 604’te (30 Eylül 1207)
Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi. Mevlânâ, Mesnevî’nin girişinde adını
Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kaydetmiştir. Lakabı Celâleddin’dir. “Efendimiz” anlamındaki
“Mevlânâ” unvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. “Sultan” mânasına gelen
Farsça “hudâvendigâr” unvanı da kendisine babası tarafından verilmiştir. Ayrıca
doğduğu şehre nisbetle “Belhî” olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği
Anadolu’ya nisbetle “Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî” ve müderrisliği
sebebiyle “Molla Hünkâr, Mollâ-yı Rûm” gibi unvanlarla da zikredilmektedir.
Mevlânâ’nın babası BahâeddinVeled, Belh’e yerleşmiş bir ulemâ ailesine
mensuptu ve“Sultânü’l-Ulemâ” unvanıyla tanınmıştı.Risâle-i
Sipehsâlâr’da[10]BahâeddinVeled’in
Hz. Ebû Bekir soyundan geldiği belirtilmektedir.Eflâkî[11]’ye
göre BahâeddinVeled’in annesi Hârizmşahlarhânedanından Alâeddin Muhammed
Hârizmşah’ın kızıdır.Yine Eflâkî’ye göre, Yunan felsefesini benimsedikleri için
Fahreddin er-Râzî ve Zeyn-i Kîşî gibi âlimlerle onların görüşlerine uyan
Hârizmşah Alâeddin Muhammed’i vaazlarında ağır şekilde eleştiren
BahâeddinVeled’in, yöneticiler ve ulemâ ile arasının açılmasını fırsat bilen
karşıtları onun siyasî gaye güttüğünü, taraftarlarıyla isyan hazırlığı içinde
bulunduğunu ileri sürmüşler, bunun üzerine Hârizmşah Alâeddin Muhammed,
ondan ülkeyi terketmesini istemiş, o da ailesiyle birlikte Belh’ten ayrılmak
zorunda kalmıştır. Mevlânâ bu sırada beş yaşındadır.
Mevlânâ’nın babası müridleri ve ailesiyle birlikte yol üzerinde bulunan
şehirlerde bir müddet konaklayıp sonunda Bağdat’a ulaşmış, orada Şehâbeddin es-Sühreverdî
tarafından karşılanmış, Bağdat’tan Kûfe yoluyla Hicaz’a gitmek üzere iken
Moğollar’ınBelh’i işgal ettiği haberini almıştır. BahâeddinVeled Hicaz’dan
dönerken Şam’a uğramış, sonra sırasıyla Malatya, Sivas, Erzincan, Akşehir ve
Lârende’ye (Karaman) uğramış, burada da adına yaptırılan medresede en az yedi
yıl müderrislik yapmış, ardından Sultan Alâeddin Keykubad’ın daveti üzerine
Konya’ya yerleşmiştir.
Mevlânâ on yedi veya on sekiz yaşında iken Lârende’deSemerkantlı âlim
ŞerefeddinLâlâ’nın kızı Gevher Hatun’la evlenmiştir. Bu evliliğinden Sultan
Veled (Bahaeddin Muhammed) ve Alâeddin Muhammed adlarında iki oğlu olan
Mevlânâ’nın, eşi öldükten sonra evlendiği Gerâ/Kirâ Hatun’dan da Muzaffereddin
Emir Alim adında oğlu, Meleke Hatun adında kızı olmuştur.
BahâeddinVeled, 18 Rebîülâhir 628 (23 Şubat 1231) tarihinde vefat etti.
Bu sırada yirmi dört yaşında olan Mevlânâ babasının yerine geçip müderrislik
yapmaya başladı. Ertesi yıl Mevlânâ’nın çocukluğu sırasında terbiyesiyle meşgul
olan, BahâeddinVeled’in müridlerinden Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî
şeyhini ziyaret etmek için Konya’ya geldi, ancak burada şeyhin öldüğünü
öğrendi. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin’e mürid olup dokuz yıl ona hizmet
etmiştir. Mevlânâ Halep’te Hallâviyye Medresesi’nde aynı zamanda şehrin
yöneticisi olan Kemâleddin İbnü’l-Adîm’den ders almıştır. Ardından Şam’a
geçerek Mukaddemiyye Medresesi’ne yerleşen Mevlânâ Şam’da dört yıl ikamet
etmiştir
Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin’in vefatından beş yıl sonra Konya’da Şems-i
Tebrîzî ile karşılaştı. Dönemin pirleri tarafından “Tebrizli Kâmil”
olarak isimlendirilen ve birçok yer dolaştığı için “Şems-i Perende” (uçan Şems)
diye anılan bu zat ilk önce Tebriz’de Şeyh EbûBekr-i Selebâf’ın hizmetinde
bulunmuş, ardından birçok mutasavvıfla sohbet etmişti. Eflâkî, Şems’in Konya’ya
26 Cemâziyelâhir 642 (29 Kasım 1244) tarihinde geldiğini söyler.
Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan sonra halkla tamamen
alâkasını kesmiş, medresedeki derslerini ve müridleri irşad işini bir yana
bırakıp bütün zamanını Şems ile sohbet ederek geçirmeye başlamış, bu durum
müridlerin şeyhlerini kendilerinden ayıran, kim olduğunu bilmedikleri Şems’e
karşı kin beslemelerine sebep olmuştur. Mevlânâ’nın vaazlarından mahrum kalan
halk arasında da çeşitli dedikoduların yayılması üzerine Şems ansızın şehri
terketmiştir. Şems Konya’da on altı ay kadar kalmıştır.
Bir müddet Şam’da kalan Şems tekrar Konya’ya dönmüş ve bu arada Şems,
Mevlânâ’nın evlâtlığı Kimyâ Hatun’la evlenmiştir. Müridler ve halk tekrar
dedikodu yapmaya başlayınca Şems, bir gün ansızın kayıplara karıştı.Şems-i
Tebrîzî’nin bu ikinci kayboluşunun 645 (1247) yılında olduğu belirtilmektedir.
Mevlânâ bir müddet sonra Şems’i bulmak umuduyla Şam’a gitmiş, ancak bulamadan
geri dönmüş, birkaç yıl sonra tekrar gitmiş, aylarca aradığı halde yine
bulamamıştır.
Mevlânâ bu defa Selâhaddîn-i Zerkûb ile sohbet etmeye başladı.
Selâhaddin’in cahil olduğunu ve şeyhlik için ehil sayılmadığını söyleyen bir
kısım müridler daha da ileriye gidip onu gizlice öldürerek bir yere gömmeyi
planladılarsa da suikast önlendi. Mevlânâ, Selâhaddîn-i Zerkûb’un kızı Fatma
Hatun’u oğlu Sultan Veled’e alarak aralarında akrabalık bağı oluşturdu.
Selâhaddîn-i Zerkûb on yıl sonra vefat edince Mevlânâ, hilâfet makamına
müridlerinden İbn Ahî Türk diye de tanınan UrmiyeliHüsâmeddin Çelebi’yi
geçirdi. Meŝnevî’nin ortaya çıkması Hüsâmeddin Çelebi’nin teşvikiyle olmuştur.
Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi’nin hilâfet makamına geçişinden 10 yıl sonra
rahatsızlanarak 5 Cemâziyelâhir 672 (17 Aralık 1273) tarihinde vefat etti.I.
Alâeddin’in hediye ettiği, Konya kalesi doğusunda ve şehir dışındaki bahçeye
defnedilmiştir.
MEVLÂNÂ’NIN İSLÂM VE TASAVVUF
DÜŞÜNCESİ
13.Asır Anadolu’sunda yaşamış etkili bir
düşünür olan Mevlânâ, esas itibariyle felsefî tasavvuf düşüncesinin kurucu
atalarından sayılmaktadır. Bu nedenle de kendisi, yalnızca yaşadığı muhit
itibariyle değil, genel olarak Müslüman halkın din anlayışının şekillenmesinde
öncü kabul edilen bir sûfî’dir.[12]Öyle
ki günümüz İslâm algısı üzerinde yapılacak olan bir araştırma, bu gerçeği
gözler önüne serecektir kanaatindeyiz. Zira Anadolu İslam’ı denilen din algısı,
bütünüyle olmasa da, büyük bir oranda sûfî eğilimden etkilenmiş, hatta daha
gelişim basamaklarında bu algının etkisinde kalmıştır denilebilir.
Mevlânâ, 9. yüzyıldan itibaren mutasavvıfların yetiştiği ve özellikle Melâmeti[13] tasavvufun
belli merkezlerinden birini teşkil eden büyük kültür ve bilim merkezinde doğup,
beş yaşına kadar orada kalmış, ancak tasavvuf fikirlerini Anadolu’da
geliştirmiştir. Anadolu’da o dönemde başta Endülüs ve Kuzey Afrika kaynaklı
Muhyiddin İbnul-Arabi[14];
Mısır, Suriye ve Irak kaynaklı Sühreverdilik, Vefailik, Kalenderilik; Orta Asya
ve İran, özellikle de Horasan kaynaklı Kübrevilik, Yesevilik ve Haydarilik gibi
tarikat şeklinde teşkilatlanmış tasavvuf akımları yaygın bir etkiye sahip
durumdaydılar. İçinde bulunduğu çevre, İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik,
Zerdüştlük ve tasavvuf gibi dini mekanizmaları tanımasına yardım etti.
Moğolların ve Haçlıların meydana getirdiği korku ve güvensizlik ortamında
insanların psikolojik durumlarını gözlemledi.
13.yüzyılda Anadolu’da Selçuklu Devletinin sağlamaya çalıştığı otorite,
bir anlamda çeşitli tasavvuf akımlarının buraya yönelme gerekçelerinden birini
oluşturmuştur. Anadolu’da medreseler gelişip de kendi ihtiyaçlarını
karşılayıncaya kadar, din bilgini, kadı ve ulema ihtiyacı başta İran ve Horasan
olmak üzere diğer İslam ülkelerinden karşılanmıştı. Bu durum Anadolu’da
şekillenen Müslüman Türk hayatı üzerinde derin etkiler doğurmuştur. Bu dönemde
Kalenderi, Haydari ve Vefailerin konar-göçer Türkmen aşiretleri arasındaki
faaliyetleri, İslam öncesi inanç motifleriyle zenginleştirilmiş bir çeşit halk
tasavvufunun temelleri atılırken, özellikle şehir merkezinde kökleşmiş mistik
sembolizme felsefi boyut getiren Vahdet-i Vücut düşüncesi de gündelik hayata
giriyordu.
İlk planda yüzeysel bir şekilde İslamlaşan ve geleneksel inanç ve
adetlerine sıkı bir biçimde bağlı olup, hoşgörünün temel karakteristiğini
oluşturduğu Anadolu’daki Türk din hayatı, önce Fars yorumundaki Müslümanlığın
özellikle şehirlerde ağır basmaya başladığı ve sufiliğin hâkim bir gelişme
gösterdiği bir duruma yönelmiş; kelam, fıkıh ve Sünni tasavvufun ağırlıklı
olduğu medrese çizgisi bu durumun zaman içinde şekillenmesine imkân vermiştir.
İşte böyle bir ortamda iyi bir dinî eğitim alan Mevlânâ, âlim babasının
ölümünden sonra müderrisliğe başlamış ve evvel-emirde Ehl-i Sünnet fikirlerini
savunan bir âlim olarak tanınmıştır. Mukaddime de belirttiğimiz “Ehl-i
Sünnete mensup bir âlim” olması bu dönemini ifade eder. O’nun “Ehl-i
Sünnete mensup bir âlim” olduğunu savunanlar daima şu beyitini dillendirirler[15] :“Yaşadığım
sürece Kur’an’ın çırağıyım.Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım.Buna uymayan
bir söz benden nakledilirse.Rahatsızım bu sözden, ben bu sözden uzağım.”[16]
Ama keşke Mevlânâ bu çizgide kalabilseydi. Mevlânâ ve Mevlevilik
araştırmacılarının da hassaten belirttikleri gibi, Mevlânâ’nın iki ana dönemi
var: Şems-i Tebrizi ile tanışması öncesi ve Şems-i Tebrizi sonrası dönemi.
Günümüzde “Mevlânâ” denilince
fikrine başvurulanların başında gelen Cemalnur Sargut[17]’a
göre: “Mevlânâ maddi ve manevi açıdan son derece bilgili; fizik, kimya,
biyoloji, psikoloji konusunda muazzam derinlikte bilgilere sahip biri. Bu arada
İslam’ın beklediği fıkıh, astronomi, kelam, Kuran gibi konularda da o dönemin
en bilgili kişisi. Şems’le karşılaşmasaydı da tüm eserleriyle dünyaya tesir
edecekti ama Mevlânâ olmayacaktı.Allah’ı ilimle bilmek seviyesinde olacaktı ki;
bu Hz. Musa’nın seviyesidir. Mevlânâ, Şems’le karşılaşmasa; Musa olarak
kalacaktı, İsalığa geçip, Muhammediliğe tekâmül edemeyecekti.”[18]
Ve bizzat Mevlânâ’ya göre Şems: “Din şeyhidir, âlemler rabbinin
manalar denizi. Can deryasıdır; yerler, gökler, bütün varlık, o coşup köpüren,
o akıp yenilenen denize nispetle adeta çer-çöptür.[…] O can deryası, o manalar denizi,
ateş ota ne yaparsa varlıklara onun yapar. Hepsini siler süpürür, yok eder,
kendi kalır.”[19]
Peki, Mevlânâ’nın hayatını bu kadar değiştiren, muhiblerince Mevlânâ’yı
Mevlânâ eden-bize göre ise Mevlânâ’yı yoldan çıkaran- Şems-i Tebrizi kimdir? Bu
suale cevap arayalım:
582 (1186) yılı civarında Tebriz’de doğdu. Adı Muhammed’dir. Daha
çok Şemseddin, Şemsü’l-hak ve’d-dîn, Şems, Şems-i Tebrîzî lakaplarıyla
anılır.Maķâlât-ı Şems-i Tebrîzî’de ve ondan naklen Menâkıbü’l-ârifîn’de Şems’in
çocukluk ve gençlik yıllarında gizemli bir hayat sürdüğü, yüksek mânevî
kabiliyetlere sahip olduğu, çokça riyâzette bulunduğu, semâ yaptığı, çeşitli
müşahedelere mazhar kılındığı, medrese eğitiminden uzak durduğu zikredilir.[20]
Tebriz yakınlarındaki bir tekkede şeyhlik yapan, geçimini sepet örerek
sağlayan, müridlerine hırka giydirmeyen, fütüvvet ve melâmet ehli sûfîlerden
olan Selebâf’a on dört yıl hizmet eden Şems, çeşitli memleketlere seferler
yaptı. Kaynaklarda Şems; “Kara keçe giyip kendini halktan gizleyen,
daima mücahede halinde bulunan, tâcir kıyafetiyle devamlı seyahat eden, medrese
ve tekkelerden ziyade kervansaraylarda konaklayan, içinde bir şey olmadığı
halde kaldığı hücrenin kapısını sağlam bir kilitle kilitleyen, sırlarla dolu,
şalvar uçkuru örerek geçimini sağlayan bir derviştir.”[21]
Şems’in Tebriz’de Selebâf’ın yanından ayrıldıktan sonra Bağdat, Dımaşk(Şam),
Halep, Kayseri, Aksaray, Sivas, Erzurum ve Erzincan’a gittiği bilinmektedir.
Selçuklu Tarihi uzmanı Mikail Bayram, Erzurum-Erzincan üzerinden
Anadolu’ya giren Şems’in Konya’ya gitmeden önce Moğollarla irtibat kurduğunu,
Konya’ya Moğollar tarafından gönderildiğini, Mevlânâ ile Moğollar arasındaki
ilişkiyi O’nun sağladığını delilleriyle ifade etmektedir.[22]
Mikâil Bayram, Şems’in içkiye düşkün[23] bir Cevlekî[24] şeyhi
olduğunu, Ebû Bekr-i Niksârî’yi bu yolda halife tayin ettiğini, Cevlekıyye’nin
kurucusu Şeyh Cemâleddîn-i Sâvî ve arkadaşları ile daha önceden irtibatı
bulunduğu için Konya’dan ilk ayrılışında Dımaşk’taki Cevlekîler’in yanına
gittiğini de ifade etmiştir.[25]
Tarihçi Ahmet Yaşar Ocak da, Şems’i vahdet-i vücûd[26]
neşvesine sahip, Fahreddîn-i Irâkî ve Evhadüddîn-i Kirmânî ile birlikte yüksek
zümre Kalenderîliğinin Anadolu’daki başlıca mümessillerinden sayar.[27]Eflaki’nin
naklettiği şu rivayet Şems-i Tebrîzî’nin sapkın vahdet-i vücûd düşüncesini açık
bir biçimde ifade etmektedir: “Mevlana Şems-i Tebrizi’nin Kimya adında
bir karısı vardı. Bir gün Şems Hazretlerine kızıp Meram Bağları tarafına gitti.
Mevlânâ hazretleri Medresenin kadınlarına işaretle: “Haydi gidin, Kimya Hatun’u
buraya getirin. Mevlana Şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır” buyurdu. Bunun
üzerine kadınlardan bir grup, onu aramaya hazırlandıkları sırada Mevlânâ,
Şems’in yanına girdi. Şems, şahane bir çadırda oturmuş, Kimya Hatunla konuşup
oynaşıyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlânâ bunu
görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan kadınları da henüz gitmemişlerdi.
Mevlânâ dışarı çıktı. Bu karı- kocanın oynaşmalarına mani olmamak için
Medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems: “İçeri Gel!” diye bağırdı. Mevlânâ
içeri girdiği vakit, Şems’den başkasını göremedi. Bunun sırrını sordu ve “Kimya
nereye gitti?” dedi. Mevlana Şems: Yüce Allah bizi o kadar sever ki,
istediğimiz şekilde yanımıza gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi.” buyurdu.
İşte Beyazid-i Bistami’nin de hali böyle idi. Allah ona daha sakalı bitmemiş
bir genç şeklinde göründü.”[28]
Bir şiirinde de: “Ben kâfirim sen Müslümansın. Müslüman kâfirin
içinde amma âlemdekâfir hani? Gösterde secde edeyim ona. Sen, ben kâfirim de
seni öpeyim. Bunlar şu âlemde beni tanımıyorlar peki öyleyse kime tapıyorlar?”[29]diyerek
sapkın hulul ve vahdet-i vücûd inancı üzere olduğu âşikar olan Şems-i Tebrizi,
tabir-i caizse Mevlânâ’yı da yoldan çıkarmış, kendi sapık inançlarının
davetçisi yapmıştır.
Yukarıda değindiğimiz gibi, Mevlânâ Şems ile tanışmadan önce,
babasındaki gibi ilim, zühd ve takva yönü ağır basan bir sûfî iken, “tasavvufi
manada âşık” olduğu Şems’le altı ay bir hücrede halvette kalmış ve ona
ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Şems ile tanıştıktan sonra aşk sarhoşu
olarak semâya başlamıştır. Şems ona bugünkü şekliyle dönerek semâ yapmayı
öğretmiştir. Mevlana özellikle Şems Konya’dan kaçıp Şam’a gittiğinde kendisini
büsbütün semâya kaptırmıştır. Kitabî ilimlere düşman olan Şems, Mevlânâ’yı
kendisine deliler gibi âşık etmeyi bilmiştir.
İşte Mevlânâ’nın Şems sonrası, vahdet-i vücûd inancı içeren şiirlerinden
bir demet:“Enel-hak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı Tanrılık şarabından.
Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım, ben, sultanların aradığı sultan.”,
“Ben hacetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben. Ben Cuma mescidi değilim,
insanlık mescidiyim ben.”, “Gönlü sâfsûfiyim ben; benim tekkem âlem, medresem
dünya benim. Değilim abalı sûfilerden.”,“İster münacateri olsen, Meyhanerind iistersen;
bundansanki ne çıkar? YokCumartesiymiş, yokCumaymış, bence ne farkvar?”[30]
İLAHİ AŞK VE MEVLANA
Tasavvuf tarihinde Râbia
el-Adeviyye[31] (ö.
185/801) ile başlayan Allah sevgisinin asıl olduğu felsefî düşünce, Bâyezîd-i
Bistâmî, Hallâc-ı Mansûr[32] ve Ebû
Bekir eş-Şiblî gibi sûfîler başta olmak üzere sonraki birçok sûfî
tarafından benimsenmiştir. İlk sûfîler Allah sevgisini ifade ederken genellikle
hub, muhabbet, habîb, mahbûb gibi kelimeleri tercih ettikleri halde daha
sonrakiler yaygın biçimde aşk, âşık, mâşuk kelimelerini kullanmaya başlayınca“ilâhî
aşk” kavramı doğmuştur. Aşk kavramını ilk defa muhabbetten ayırarak
etraflı şekilde ele alan sûfî Ahmed el-Gazzâlî[33]’dir.
Aşk kavramı, onun Sevânihu’l-uşşâk adlı eseri yaygınlık kazandıktan sonra
tasavvuf çevrelerinde benimsenmiş, kendisini bu yolda Nüzhetü’l-uşşâķ ve
nehzeü’l-müştâķ, Temhîdât ve Levâiĥ gibi eserleriyle talebesi Aynülkudât
el-Hemedânî takip etmiştir. Aynı dönemde Senâî aşk edebiyatına canlı
bir üslûp getirmiştir. Ardından ilâhî aşk konusu Rûzbihân-ı Baklî, Ferîdüddin
Attâr, İbnü’l-Fârız, Fahreddîn-i Irâkî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
Abdurrahman-ı Câmî gibi sûfîler tarafından kaleme alınan eserler vasıtasıyla
sürdürülmüştür.
Yazımızın ilk bölümünde belirttiğimiz üzere; Mevlânâ, Şems ile
tanışmadan önce, babasındaki gibi ilim, zühd ve takva yönü ağır basan bir sûfî
iken, “tasavvufi manada âşık”olduğu Şems’le altı ay bir hücrede
halvette kalmış ve ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Şems ile
tanıştıktan sonra aşk sarhoşu olarak semâya başlamıştır. Şems ona bugünkü
şekliyle dönerek semâ yapmayı öğretmiştir. Mevlânâ’nın Şems’ten önceki sakin
devrinin aksine Şems ile birlikte yaşadığı coşkunluk ve vecd hali,
hayatının bundan sonrasını etkilemiş ve sadece kitap okuyarak ve gerekli dini
kuralları yaparak değil; müzik, raks ve şiir ile ilahi aşka ulaşmanın farklı
bir yol olduğu düşüncesine varmıştır.
Biz aşk konusunda Mevlânâ’nın görüşlerini –sevenlerinin cümleleriyle-
nakledelim: “Aşk, ruhun nurudur, sevgi sabah şarabıdır benim; aşk öyle
ümittir ki bütün ümitler onda toplanır. Aşk nedir bilir misin? Ben’i, biz’i,
varlık davasını bırakmaktır; güzellikleri, güzelleri yaratanda her dileği, her
isteği yok etmektir”[34] diyen
Mevlânâ aşkı, insanın yokluk âlemine adım atması olarak görür.
Tasavvufta biri hakiki, öteki mecazî olmak üzere iki türlü sevgi ve
aşktan bahsedilir. Hakiki sevgide ve aşkta konu Allah’tır, mecazî aşkta ise
konu insandır. Bir insanın karşı cinsten bir insana duyduğu sevgiye mecazî veya
beşeri aşk denir. Hakiki aşka büyük önem veren tasavvuf erbabı, beşeri aşkı
ilahi aşka geçmek için bir köprü olarak görmüşlerdir.[35]
Mevlânâ’nın ayrımına baktığımızda bu iki aşkın konularının birbirinden
farklı olduğunu görüyoruz. Mevlânâ’ya göre ilahi aşkın konusu Allah, beşeri
aşkın konusu ise insandır. Mevlânâ hakiki ve mecazî aşktan bahsederken yerine
göre farklı kavramlar kullanmaktadır. Mevlânâ’nın gerçek aşka “ilahi aşk”,
“küll aşkı”, “ebedi aşk”, “Allah aşkı” gibi isimler verdiğini görüyoruz. Beşeri
aşkı ise “cüz’î aşk”, “zahiri aşk”, “geçici aşk”, dünya aşkı” diye
adlandırmaktadır.[36]
Mevlânâ ilahi aşkla kendinden geçmiştir. Bunu şu beytiyle dile getirir: “O
şarabı içtim ki can, onun kadehidir; O şarapla sarhoş oldum ki akıl, ona deli
divane olmuştur. Bir duman geldi, bürüdü beni, ateşledi beni; O mumdan ki
güneş, ona pervane kesilmiştir.”[37]
Mevlânâ, yeryüzündeki bütün varlıkların Allah’a âşık olduklarını söyler.
Ona göre yeryüzündeki her zerrenin Allah’ın ezeli ve ebedi aşkından başları
dönmüştür. Allah aşkının değdiği her yer O’nun aşkından titremektedir.[38]
İlahi aşkı en derin anlamda tecrübe eden, bu tecrübenin tecellileri
karşısında aşk sarhoşluğuyla kendinden geçen Mevlânâ öteleri kavramanın ve bu
alanda birtakım feyizler alabilmenin tek yolunun aşk olduğunu savunur.[39]
Mevlânâ Allah aşkını herkesin anlayacağı bir tarzda anlatmak için
birtakım benzetmeler yapmış ve duyular âleminden misaller getirmiştir.
Bunlardan en önemlileri kadın, pervane-mum-ateş, gül-bülbül ve bâde
misalleridir. Bu sebeple şiirlerinde, dilberlerin yüz, göz, kaş, yanak, zülüf,
gamze, boy, işve ve cilve gibi hoşa giden yanları, hal ve hareketleri sembolik
ve mecazi anlatım unsurları olarak bol bol kullanmıştır. Gül ve bülbül de en
çok kullandığı misallerden biridir. Bülbül âşık, gül mâşuktur. Güldeki diken
aşktaki ıstırabı, bülbülün yanık nağmeleri âşığın feryat ve figanıdır. Pervane
ve mum misali de önemlidir. Mum ışığına âşık olan pervane bunun etrafında
durmadan döner, en sonunda kendisini ateşe atar, yanar ve böylece ateşte fâni
olur. Âşık da aşk ateşinde pervane gibi yanar ve sevgilisi uğrunda kendini feda
ederek fenâ mertebesine ulaşır. İnsanı kendinden geçiren ve aklı baştan alan
özelliğiyle şarap da (mey, bâde) aşk bahsinde Mevlânâ tarafından çok
kullanılmış, kadeh, sâkî ve meyhane gibi şarapla ilgili kelimelere geniş yer
vermiştir.[40]
Buraya kadar Mevlânâ’nın görüşlerini naklettik. Bu hususlarda Mevlânâ
tek değildir. Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Fuzuli gibi toplumun ‘Evliyâ’ addettiği
pek çok mutasavvıf da ‘Aşk Edebiyatı’nın öncüsü sayılmışlardır. Peki, bu
hususta Ehl-i Sünnet âlimlerimiz ne demektedir. Bu konu mühim bir konu olduğu
için biraz tafsilatlı ele alalım:
Tasavvuf, İslâm felsefesi ve edebiyatta kullanılan geniş anlamlı bir
terim olan “Aşk”; Arapça bir kelime (aslı ışk) olup, sözlükte “şiddetli
ve aşırı sevgi; bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden
başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün olması”anlamına gelir. Lügat
kitaplarında aşk kelimesinin sözlük anlamının, aynı kökten olup “sarmaşık”
anlamına gelen aşeka ile yakından ilgili olduğu belirtilir. Buna göre
sarmaşığın kuşattığı ağacın suyunu emmesi, onu soldurup zayıflatması ve bazan
kurutması gibi aşırı sevgi de sevenin sevdiğinden başkasıyla ilgisini kestiği,
onu sarartıp soldurduğu için bu duyguya aşk denilmiştir.[41]
Kur’an ve sahih hadislerde aşk kelimesi geçmez; “sevgi” çoğunlukla
hub ve muhabbet, bazan da meveddet kelimeleri ve bunların müştaklarıyla ifade
edilir. Allah sevgisinden çok Allah korkusuna ağırlık veren ilk zâhidler de
aşktan söz etmemişlerdir. İlk defa hicrî 2.yüzyılda (miladi 800.yıllar) Allah
ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nâdiren de olsa aşk kelimesinin
kullanılmaya başlandığını gösteren rivayetler vardır.
İlk dönem âlimlerinin büyük çoğunluğu, Allah sevgisini ifade etmek üzere
Kur’an ve Sünnet’te yer alan hub ve muhabbet yerine aşk kelimesinin
kullanılmasına karşı çıkmışlar; Hâris el-Muhâsibî, Hâce Abdullah el-Herevî,
Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nasr
es-Serrâc, Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî, Ebû Nuaym, Abdülkerîm el-Kuşeyrî,
Hücvîrî, Gazzâlî gibi mutasavvıf yazarlar da eserlerinde aşk kelimesine ya hiç
yer vermemişler veya nâdiren kullanmışlar; Bunun yerine büyük önem verdikleri
Allah sevgisi konusunu hub ve muhabbet terimleriyle anlatmayı tercih
etmişlerdir. Bunlardan Kuşeyrî’nin naklettiğine göre Allah ile kul arasındaki
sevginin aşk kavramıyla ifade edilmesine karşı olan şeyhi Ebû Ali ed-Dekkak bu
görüşünü şöyle açıklamıştı: “Aşk aşırı sevgi yani sevgide ölçüyü aşma
anlamına gelir. Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden O’nun kuluna
olan sevgisine aşk denemez. Öte yandan kulun Allah’a duyduğu sevgi ne kadar
güçlü olursa olsun yine de O’nu yeterince ve lâyık olduğu ölçüde
sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz.” [42]
Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî[43] Zemmü’l-hevâ
adlı eserinde en basit arzudan başlayıp aşk’a kadar varan bütün his ve heyecan
hallerini geniş bir tahlil ve tenkide tâbi tutmuş, bunlardan dinî ve İslâmî
olanlarla olmayanları tesbit edip şer‘î hükümlerini tayin etmeye çalışmıştır.
Ona göre aşk güzel suretlere meftun olmaktır (ışku’s-suver). Cazip ve güzel
suretlere düşkün ve tutkun olana “sûrî âşık” (âşıku’s-suver) denir. Suretler
fâni olduğu gibi onlara bağlı olan aşk da fânidir. Nitekim çocuklar resim ve
oyuncakları yetişkinlerden daha çok severler, eğitimle olgunlaştıkları zaman bu
türlü şeylere fazla ilgi duymazlar. Eğitilen ve olgunlaşan insanlar suretleri
sevme mertebesini geçerek zatları sevme mertebesine ulaşırlar. Bedenin
güzelliğinden çok aklî ve ruhî güzelliği severler. Mücerret güzelliğe duyulan
sevgiyi müşahhas güzellikle alâkalı sevgiye tercih ederler. Şekil ve suretten
ziyade ilim ve mârifetten hoşlanırlar. Aşk insanı insan yapan aklı, fikri ve
muhakemeyi yok eder. Çünkü aşk bir çeşit cinnet halidir. Bu sebeple aşk yolunu
tutan mutasavvıflar çoğunlukla akıl ve mantığa meydan okumuşlar, düşüncenin
ürünü olan ilmi hiçe saymışlardır. Düşünce haliyle aşk hali bir birine zıttır.
Düşünce yok olduğu nisbette aşk hâkim olur. Onun için şuur ve idrak halini yok
eden aşk bir fazilet olamaz. Aklın duyguya hâkim olmasına fazilet, duygununun
akla hâkim olmasına rezilet denir. Şuuru yok eden ve hissî bir hal olan aşk bu
bakımdan makbul bir şey değildir. Gerek iradelerine hâkim olamayıp arzuların
esiri olmaları bakımından, gerekse şuur ve idrak halini kaybetmeleri bakımından
âşıklar hayvanların seviyesine, hatta daha da aşağılara düşerler. Aşk bir ifrat
halidir. Hâlbuki fazilet ifratla tefrit arasında bulunan itidal halidir. Şu
halde aşk bir fazilet değildir; zira hiçbir şeyin ifratı makbul değildir. Aşk
ölçüsüzlüktür, âşık da dengesizdir. Ölçüsüzlük ve dengesizlik hiçbir zaman iyi
bir şey değildir.[44]
Sevginin önem ve gereğine işaret eden İbn Kayyim de aşk konusunda şöyle düşünür:
“ Ona göre konusu şekil ve suret olan sûrî aşk büyük bir belâ, korkunç bir
âfettir, kalbi tahrip eder. Ruhu Allah’tan başkasının kulu ve kölesi haline
getirir, esarete düşürür. Bunun için âşık mâşukuna “kulun kölen olayım,
kurbanın olayım” diye hitap eder. Böylelikle aşkını ve mâşukunu ilâhlaştırarak
ona tapar. Bir şeyi taparcasına sevmek kişiyi o şeye bağımlı kılar, hürriyetini
elinden alır. Sadece Allah’ın kulu olan ve sadece O’nun huzurunda boyun eğen
bir kimseyi kendisi gibi bir insanın kölesi haline getiren ve kayıtsız şartsız
onun iradesinin ve hâkimiyetinin altına sokan aşkın hiçbir faydası yoktur. Hak
Teâlâ, “Hevâsını (aşkını) ilâhlaştıran kişiyi görmedin mi” (el-Câsiye 45/23)
diyerek aşkın sapıklık olduğuna işaret etmiştir. Ona göre, “Müminler Allah’ı
şiddetle severler” (el-Bakara 2/165) meâlindeki âyet, “Müminler Allah’ı
müşriklerin putları sevdiklerinden çok daha fazla severler” mânasına gelir.
Müşriklerin putları sevmeleri sahte, müminlerin Allah’ı sevmeleri samimi ve
hakiki bir sevgidir. Âyette bu husus belirtilmiş olup bunun aşkla bir ilgisi
yoktur. Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî’nin, “Ben Allah’a âşıkım, O
da bana” sözü hakkında, “Bu Hulûliyye’nin sözüdür” demişti. İbn Kayyim de
Nûrî’ye şiddetle hücum ederek aşk kelimesinin sadece cinsî sevgi ile ilgili
hususlar için kullanıldığını, ayrıca Allah’ın sıfatlarının nakle dayandığını ve
tevkıfî olduğunu belirtmiştir. Buna göre, “O sever” denilebilir ama “âşık olur”
denilemez.[45]
Müfessir Zemahşerî, Mâide sûresinin 54. âyetini tefsir ederken, kulun
Allah’ı sevmesini O’na itaat etmesi, rızâsını gözetmesi, gazabını ve azabını
gerektirecek hal ve hareketlerden sakınması şeklinde izah eder. Ona göre
Allah’ın kulunu sevmesi ise amel ve ibadete karşılık olarak onu en güzel
şekilde mükâfatlandırması, böyle kullarına yüksek makamlar vermesi, onları
övmesi ve kendilerinden razı olması mânasına gelir. Zemahşerî ilâhî aşktan
bahseden mutasavvıfları insanların en cahili, ilmin ve âlimlerin azılı düşmanı,
şeriat yolunun en menfur ve en rezil kişileri olarak tavsif eder. Ona göre aşk
ve muhabbeti kendi dinleri olarak ilân eden mutasavvıflar, vaaz meclislerinde
ve raks meydanlarında “şâhid” adını verdikleri oğlanlar hakkında söylenen
birtakım şarkılar okunursa vecde gelmiş gibi kendilerinden geçerek nâralar
atarlar. Zemahşerî bunlara, “Allah, meclislerini ve raks ettikleri
yerleri tarumar ederek viraneye çevirsin” diye beddua eder.[46]
Bu konuda son olarak Ahmed Kalkan’a kulak verelim: “Hem ilâhî, hem de
mecazi anlamda aşk, edebiyatın ana temalarından birini oluşturmuş, bu kavram
etrafında geniş bir aşk edebiyatı meydana gelmiştir. Edebiyatta ve tasavvufta
aşk, bazen her iki anlamda ve birbirine karıştırılarak sunulmuş, İslâm’ın en
temel konusu olan Tevhid hassasiyetiyle ilgili zihinlerin ve gönüllerin
bulandırılmasına sebep olmuştur. İslâm’ın çok kesin olarak yasakladığı ve büyük
günahlardan saydığı içki, bir fazilet unsuru olarak sunulmuş ve İlâhî aşk
anlamında kullanılmıştır. Tasavvufî kitaplarda, tasavvufî şiirlerde ‘şarap,
bâde, mey, meyhane, sâkî’ gibi kelimeler İlâhî aşkı anlatmak için kullanılan en
güzel kelimeler olarak değerlendirilmiştir. ‘Aşk ve âşık olmak’ denilince, insan
zihninde tümüyle dünyevî ve nefsî özellikler çağrıştığı halde, bunu yaratıklara
hiçbir yönüyle benzemeyen Allah için hiç tereddüt etmeden kullanabilmişlerdir.
Bir kadının yanağından, dudağından, saçından, belinden… bahsedeceksiniz,
sonra bunların Allah aşkını ifade eden şiirler, mecazi ifadeler olduğunu kabul
edeceksiniz. Peygamber ve ashabı Allah sevgisini bu şekilde mi dile
getiriyorlardı? Böyle dile getirenleri duymuş olsalardı ne yaparlardı? Allah
sevgisini belirtmek için lügatlerde şaraptan, kadın yanağı ve dudağından başka
kelime mi kalmadı? Bunun faydası var mıdır? Buna gerek de var mıdır? Zararı ve
sakıncası nedir? Ve ‘Atalarımız ne yaptıysa, bir hikmeti vardır, biz de bu
yoldan yürüyelim’ mi demeliyiz? ‘O (şeytan) size ancak kötülüğü, çirkini ve
Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. Onlara
(müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey
anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?’ (Bakara, 169-170) “[47]
MEVLÂNÂ VE SEMÂ
Mevlânâ’yı “Ehl-i Sünnete mensup bir âlim” olarak görenlerin bir iddiası
da, Mevlânâ’nın sema etmediği ve çalgı çaldırmadığıdır[48].
Bakalım kaynaklara bu iddia ne kadar doğrudur? Sema ve musiki konusunda Ehl-i
Sünnet âlimlerinin görüşleri nelerdir?
Semâ Arapçada sem’ kökünden gelen ve “işitiş, işitme, duyma, dinleme,
kulak verme” anlamlarında türetilmiştir ve “duyma, işitme” olarak tanımlanır.
Tasavvufî anlamına baktığımızda hem ilahi seslerin işitilmesiyle kendinden
geçme hali, hem de işitilen bu ilahi seslerden sonra raks ederek kendinden
geçme hali olarak iki şekilde kullanılmıştır. Birincisinde işitilen ilahi ses,
herhangi bir ses olabileceği gibi daha çok musiki olarak tanımlanmaktadır.
Tasavvufta Tanrı’yı seven ve ona âşık olan kişilerin işittikleri her seste
Tanrı’yı işitmesi de semâdır. Bu şekilde kendinden geçme hali de “vecd” olarak
açıklanmaktadır.[49]
İkinci anlamı ise Mevlevîlerin zikir âyinlerinde dönerek raks
etmeleridir. “Mevlevî literatüründe semâ, “Ritim ve müzik eşliğinde
yapılan, sağdan sola, kalbin etrafında çark atıp dönerek icra edilen bir nev’i
nafile ibadettir”[50]
Mevlânâ’nın ne zaman ve nasıl semâya başladığına ilişkin olarak Mevlana
ve Mevlevilik tarihi uzmanları hemen hemen aynı bilgileri vermişlerdir. Buna
göre Mevlânâ, Şems ile karşılaşmadan önce semâ yapmıyordu ve semâya Şems’in
isteği üzerine başladı. Fakat Şems ile yaptıkları semâda ve daha sonra yaptığı
semâda ne kurallar vardı ne de belli bir musiki eşliğinde yapıldı. Tamamen
doğaçlama olarak, zamanı, saati ve yeri belli olmayan cezbeye geldiği anda
yapılan bir rakstı. Bununla ilgili olarak yazılı kaynaklarda verilen
örneklerden bazıları şöyledir:
“Mevlânâ, hiç beklenmeyen bir anda
duyduğu seslerden etkilenebilir ve hemen semâya başlayabilirdi. Örneğin:
“Kuyumcu Selahaddin Zerkubî’nin dükkânının önünden geçerken, Selahaddin’in
altınlara vurduğu çekiç sesinden etkilenir ve hemen orada, sokak ortasında
semâ’ya başlar. Bunun gibi yine birisinin sokakta “Dilgû…Dilgû…” diye tilki
sattığını duyuyor. “Dilgû, sözünü Farsça’da ‘gönül nerde’ anlamında ‘dil kû’
tarzında alıp, vecde gelerek semâ’ya kalkıyor veya birisi yemek yapar, eşini
dostunu çağırır, yenilir içilir, yemekten evvel yahut sonra kavvâller, tabiî
bestesi ve güftesi muayyen olmayan neşideler okurlar, isteyen semâ’a kalkardı” [51]
“Mevlânâ, semâ ederken aynı zaman da gazel, hadis okumuş; cezbeye gelip
vecdle naralar atıp, halka ve âyinhanlara ihsanlarda bulunmuş, tef çalanların
teflerine paralar saçmıştır. Selahaddin-i Zerkûb’un cenazesinde de semâ edip naralar
atarak bir mersiye inşâd etmiştir.”[52]
“Sultan Rükneddin’in karısı Gömeç Hatun
ve Muineddin Pervane’nin karısı Gürcü Hatun[53]Mevlânâ
döneminin önde gelen kadınlardandır. Zamanın bu ünlü kadınları, Mevlânâ’nın da
aralarında bulunduğu toplantılar düzenlemiş, Mevlânâ o toplantılarda,
cariyelerden oluşan müzisyenlerin tef çalıp, ney üflemesi üzerine vecde gelip
semâ yapmış, etrafında toplann kadınlar da Mevlânâ’nın başından aşağıya gül
yaprakları dökmüştür.”[54]
Mevlânâ müziği, çalgıları, semâyı, şiiri
hayatının her anında yaşamış biri olarak cenazelerde bile semâ yapmıştı. Bu
nedenle kendi cenaze töreninde müzik yapılmış, semâ dönülmüştür. Abdulbaki
Gökpınarlı’nın anlatımıyla: “(Mevlânâ’nın cenazesinde)
Nefirler, neyler, rebaplar çalınıyor, mazharlar(Bir nevi tef) dövülüyor, ziller
ve kudümlerle yapılan ezgiler, ağlayan insanların sesleriyle karışıyordu. Bunun
yanında naralar atıp, semâ yapanlar, feryat edip bayılanlar da vardı. Tabut
evden çıkıp, musalla taşına oturuncaya kadar akşam olmuştur”[55]
Buraya kadar naklettiğimiz bilgilerden Mevlana’nın Şems’le tanıştıktan
sonra semâya başladığını ve ölünceye kadar bunu devam ettirdiğini açıkça
görmekteyiz. Peki, raks ve sema konusunda Sünnet ve cemaat ehli âlimlerin
görüşlerini nakledelim:
İmam Tartuşi şöyle
denmiştir: “Raks ve vecde gelmeye gelince, onu ilk ihdas eden kimseler
Samiri’nin yandaşlarıdır. Samiri onlara böğürtüsü olan cansız bir cesed olarak
bir buzağı heykeli yapınca, kalkıp onun etrafında raksa koyuldular ve vecde
geldiler. Raks ise kâfirlerin ve buzağıya tapanların dinidir.
Peygamber (s.a.v.)’ın ve ashabının meclisi ise vakarlarından ötürü
başlarında kuşlar duruyormuş gibi bir hal içindeydiler. Dolayısıyla İslami
devlet otoritelerinin ve onların yetkililerinin bunları mescid ve benzeri
yerlerde bulunmalarını engellemeleri gerekir. Allah’a ve ahiret gününe iman
eden herhangi bir kimsenin onlarla birlikte bulunması, batılları üzere onlara
yardımcı olması helal değildir. Malik’in, Şafii’nin, Ebu Hanife’nin, Ahmed’in
ve Müslümanların diğer imamlarının kabul ettiği budur.”[56]
İmam Kurtubi ise
şunları demektedir : “Sufilerin bu hususta ortaya koydukları bid’at(yani semâ)
ise haramlığı hususunda görüş ayrılığı bulunmayan şeyler kabilindendir. Ancak
şehvani nefis hayra nispet edilen pek çok kimseye baskın gelmiştir. Öyle ki
onların birçoğunda delilere ve çocuklara yakışır davranışlar ortaya çıkar.
Nihayet bunlar uyumlu hareketlerle ve peş peşe gelen matta ve figürlerle raks
ettiler. Bazıları yüzsüzlüğü o kadar ileri dereceye götürdüler ki bu işleri
Allah’a yakınlaştırıcı işler ve salih ameller olarak değerlendirdiler. Bunun
üstün hallere ulaştırdığını söylediler. Bu ise hiç şüphesiz zındıklığın
etkilerinden, hurafecilerin sözlerindendir. Allah’tan yardımcı olmasını
dileriz.” [57]
İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye ise: “Bu şekilde böyle bir
sema haramdır, çirkindir. Müslümanlardan hiçbir kimse onu mübah görmez. Yüzünden
hayâ perdesini ve din örtüsünü sıyırıp atmış, Allah’a, Rasûlüne, dinine ve
kullarına karşı açıkça çirkin işler kimseden başkası onu güzel görmez. Bu gibi
hususları kapsayan bir semanın çirkinliği insanların fıtratında da yer etmiş
bulunmaktadır. O kadar ki kâfirler bile bundan ötürü Müslümanları ve dinlerini
ayıplamaktadırlar. Evet, Müslümanların havassı ve İslam dini akıl ve din
hususunda mahrem kadınlar ve çocuklar hakkında pek çok mefsedete sebep olan bu
semâdan beridir, uzaktır. Böyle bir semâ dini ne kadar ifsad etmiş, kaç
sünnetin ölümüne sebep olmuş, kaç tane hayâsızlık ve bid’atin canlanmasına
sebep olmuştur kim bilir?
Şayet bu semânın Kur’an’ın, Kur’an ehlinden dinlenmesinin ağır görülmesi ve
semâlarından önce Kur’an okunduğu takdirde uzun gelmesi ve ayetleri karşısında
kör ve sağır gibi geçip gitmeleri dışında hiçbir kötülüğü olmasaydı bile bu
kadarı yeterdi. Hatta Kur’an okunmasında hazır bulunanların çoğu ya da onlardan
çoğu kimse Kur’an’ı dinlemez, anlamlarını doğru dürüst fark etmez, Kur’an
okunduğu vakit seslerini kısmazlar bile…”[58]
Müfessir, muhakkik Alûsi ise: “İnsanlardan
öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak
için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için
aşağılayıcı bir azap vardır.” (Lokman, 31/6) ayetini oldukça uzun bir
şekilde tefsir ettikten, bu husustaki rivayetleri ve müfessirlerin görüşlerini,
bunların şarkının haramlığına delaletleri ve bu husustaki fukahanın görüşlerini
kaydettikten sonra şunları söylemektedir:
“Diyorum ki diğer İslam ülkelerinde ve çeşitli bölgelerde semâ ve şarkı
belası her tarafı kaplamıştır.
Mescidler ve başka yerler bu işlerden korunmamaktadır. Hatta şerefli özel
vakitlerde minarelerde şarkı söyleyen şarkıcılar tayin edilmiştir. Bunlar
içkiyi, meyhaneleri ve haram sayılan daha başka şeyleri anlatan muhtevada
şiirler okurlar. Bununla birlikte bunlara vakfın gelirinden belli bir pay da
ayrılmıştır. Bunlara ise temcid ediciler adı verilmektedir. Mescidlerde bu gibi
kimselerin bulunmaması dine aldırışsızlık olarak sayılmaktadır. Bundan daha da
ilerisi sufilerin iblislerinin ve azgınlarının yaptıkları işlerdir. Diğer
taraftan onlar –Allah onları kahretsin- söyledikleri şarkıların ve
okudukları şiirlerin ihtiva ettiği batıl ile kendilerine itiraz edilecek
olurlarsa şu cevabı verirler: Bizler şarap ile ilahi aşkı, sarhoşluk ile bu
aşkın baskın gelmesini yahutta meyye, leyla ve sadi derken mesela en büyük
sevgili olan yüce Allah’ı kastediyoruz derler. Ancak böyle bir anlayış oldukça
saygısızlıktır. Çünkü “En güzel isimler Allah’ındır. O halde ona
bunlarla dua edin. Onun isimlerinde eğriliğe sapanları terk edin…” (Araf, 180) diye
buyurulmaktadır.”[59]
Sema konusunda son olarak Şeyhulislam Ebu Yahya el Ensari’nin
görüşünü nakledelim: “Şu zamanda yaygın olan, haram ve yakışıksız şeyler
içeren, heybet ve vakarı gideren semâdır ki, tembellikten zevk alan, cahilliğin
kendilerine galip geldiği, dinlerini oyun ve eğlence edinen topluluğun
işleridir. Gaflet ve şarkı ile vakitlerini harcarlar, haram olan müzik ve
semâya bağlanırlar, tabiatın reddettiği şeyler dinlerler. Onlar eğlence ile ve
müzik ile bilinip çağrılırlar. Yediklerinin çoğu haram ve şüphelidir. Tıka basa
midelerini doldururlar. Sonra onları harekete getirmek üzere, birileri
kadınları vasfeden şiirler düzer. İşte o zaman büyüklerle küçükler birbirine
karışır, kimi el çırpar, kimi ayakları üzerinde raks eder, kimi coşar, kimi
kolunu sallar, hayvanlar gibi dönerek yürür, kimi eşek sesi gibi bir sesle
anırır, inler. Şayet orada güzel bir kadın veya tüysüz bir genç olsa, çoğunluğu
asi şeytanlara döner, ona bağlanır ve vecde gelirler. Hatta mutasavvıfların
çoğu bunun mendup olduğuna inanıyor. İcmâ ile bu bozukluktur, âlimlerden hiç
biri bunu söylememiştir. Bilakis Kitap, sünnet ve imamların sözleri bunların
haram olduğunu ortaya koymaktadır. Herkesin bu haramları ortadan kaldırmak için
çalışması vâcibdir.”[60]
Mevlânâ
Celâleddin Rûmî’nin hem Müslümanlarca hem de Batılılarca çok sevilmesinin
sebepleri
13.Asır Anadolu’sunda yaşamış etkili bir
düşünür olan Mevlânâ, esas itibariyle felsefî tasavvuf düşüncesinin kurucu
atalarından sayılmaktadır. Bu nedenle de kendisi, yalnızca yaşadığı muhit
itibariyle değil, genel olarak Müslüman halkın din anlayışının şekillenmesinde
öncü kabul edilen bir sûfî’dir. İşte böyle bir ortamda iyi bir dinî eğitim alan
Mevlânâ, âlim babasının ölümünden sonra müderrisliğe başlamış ve evvel-emirde
Ehl-i Sünnet fikirlerini savunan bir âlim olarak tanınmıştır.
Şems-i Tebrizi ile tanışması öncesi
böyle bilinen ve tanınan Mevlânâ, Şems-i Tebrizi ile tanıştıktan sonra Şems’e “tasavvufi
manada âşık” olmuş ve Şems’le altı ay bir hücrede halvette kalmış ve
ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Şems ile tanıştıktan sonra aşk
sarhoşu olarak semâya başlamıştır. Şems ona bugünkü şekliyle dönerek semâ
yapmayı öğretmiştir. Mevlana özellikle Şems Konya’dan kaçıp Şam’a gittiğinde
kendisini büsbütün semâya kaptırmıştır. Kitabî ilimlere düşman olan Şems[61],
Mevlânâ’yı kendisine deliler gibi âşık etmeyi bilmiştir.
Mevlânâ’nın hayatını bu kadar
değiştiren, muhiblerince Mevlânâ’yı Mevlânâ eden-bize göre ise Mevlânâ’yı
yoldan çıkaran- sapkın hulul ve vahdet-i vücûd inancı üzere olduğu âşikar
olan Şems-i Tebrizi, tabir-i caizse Mevlânâ’yı da yoldan çıkarmış, kendi sapık
inançlarının davetçisi yapmıştır.
Mevlânâ, Şems ile tanıştıktan sonra aşk
sarhoşu olarak semâya başlamıştır. Şems ona bugünkü şekliyle dönerek semâ
yapmayı öğretmiştir. Mevlânâ’nın Şems’ten önceki sakin devrinin aksine Şems ile
birlikte yaşadığı coşkunluk ve vecd hali, hayatının bundan sonrasını
etkilemiş ve sadece kitap okuyarak ve gerekli dini kuralları yaparak değil;
müzik, raks ve şiir ile ilahi aşka ulaşmanın farklı bir yol olduğu düşüncesine
varmıştır.
Mevlânâ, İranlı yazar Fürûzanfer’in
cümleleriyle: “Acaba Şems Mevlânâ’ya ne öğretti, ne etti de Mevlânâ’yı
kendisine bu kadar vurgun kıldı, her şeyden, herkesten onu avare etti, onu
muhabbet deryasında boğdu? Evet, bunların hepsi bizce meçhûldür. Ortada bir
gerçek vardır ki, Mevlânâ, Şems ile halvetten sonra, kendi eski yolunu
değiştirdi. Vaaz meclisleri yerine semâ meclislerine başladı. Medresenin ve
ülemânın kîl u kâl’ı[62] yerine
ney’in can yakıcı namesine rebâbın rûh okşayıcı sesine kulak verdi.”[63]
Yazı dizisi boyunca nakillerimizden ve
vurgulamalarımızdan anlaşılacağı üzere; Âcizâne kanaatimiz odur ki, Mevlânâ
peşinden gidilecek, eserleri tavsiye edilebilecek birisi değildir. Bilakis
sapkın hulul ve vahdet-i vücûd inancı içeren dizeler ve müstehcenlik içeren
hikâyelerle dolu eserleriyle asla tasvip edilemez birisidir.
Mevlânâ’nın eserlerindeki müstehcenlikle
ilgili eleştirilere karşı çeşitli savunmalar yapıla gelmiştir. Mevlânâ’nın
eserlerini okumadan “Allah dostu Mevlânâ böyle bir şeyi eserlerine
almaz” diyenler olduğu kadar; “Bunlar eserlerinin
orjinallerinde yoktur,din düşmanları tarafından kitaplarına sokulmuştur” diyenler
de vardır.Ama Mevlânâ’nın eserleri incelendiğinde bu tür ahlak dışı
tabir-i câizse erotik hikâyelerin bulunduğunu görmekteyiz. Örneğin;
Mesnevi’de eşek ile cariyenin ilişkisine imrenen bir sahibenin durumu (
Mesnevî, II/192, Beyit:1333.) Mısır halifesinin, Musul padişahının huri
gibi güzel cariyesine âşık oluşunu ve onu almaya giden genç kumandanın, o güzel
cariye ile olan münasebetini anlatan hikâye (Mesnevi, 5/278–282,
Beyit:3830–3945.) Açıkça eşcinselliğin resmedildiği hikâyeler (Beyitler
2/ 3155-3160; s.137-138; Beyitler 5/ 2495-2515; s. 205-207) [64]
Son dönem Mesnevi şârihlerinden Şefik Can bu hususta şöyle
der: “Mevlana’nın anlattığı hikâyeler arasında bazı güldürücü, bazı müstehcen
olanları da vardır. Mesnevi’ye aldığı hikâyelerin kaynakları bir taraftan Hind,
bir taraftan Yunan ve Roma edebiyatına uzanmaktadır. Bu hikâyelerden Kelile ve
Dimne’den hayvanlara ait efsaneler aldığı gibi Latin şairi Apolla’dan da, eşeğe
gönlünü kaptıran bir kadının hikâyesini almaktadır. Çünkü Mevlana çok sevdiği
büyük Peygamberin yolundadır. Çünkü büyük Peygamber Sallallahu Aleyhi ve
Sellem ‘hikmet mü’minin yitik malıdır’ buyurmuşlardır. Onu nerede bulursa
alır. Mevlana mü’minleri hakikatten haberdar etmek için uygun bulduğu yerlerden
hikâyeler almıştır. Bu hikâyeleri güldürmek, eğlendirmek için değil, ibret ve
hikmet almak için iktibas etmiştir.”[65] Şefik
Can, Mevlânâ’yı savunmak adına Peygamberimizi karalamaktadır. “Mevlana çok
sevdiği büyük Peygamberin yolundadır” derken tam bir bühtandadır. Allah’ın
Rasulü ne zaman böyle ahlak dışı sapıkça hikâyeler anlatmış. Pes yani…
Mesnevi’de bu ahlak dışı tabir-i câizse
erotik hikâyelerin bulunmasını bir bayan akademisyen de şöyle savunuyor:
“Mesnevi’de bir iki hikâyede kadının hislerine mağlup oluşunu, mübalağalı bir
şekilde tasvir edişi, ne yazık ki Mevlânâ’yı küçük düşürmek isteyen, art
düsünceli bazıları tarafından tenkit edilmiştir. Mevlânâ’nın anlaşılması için
onun yaşadıklarına en azından benzer duygu ve vecdlerin yaşanması gerekir. Bu
anlamda Mevlânâ gibi hissetmeden Mevlânâ’yı gerçekten anlayabilmek mümkün
olamaz. Nitekim Ali Nihat Tarlan’ın tespitleri bunu destekler mahiyettedir:
“Mevlânâ anlatılmaz, çünkü anlaşılmaz. O sadece mümkün olduğu derece duyulur.
Onu anlatmaya çabalayanlar derece derece onun dış çizgilerine
yanaşabilenlerdir.” [66]
Bayan akademisyen açık açık Mevlânâ’yı eleştiren bizleri “Mevlânâ’yı
anlamaktan aciz ve art düşünceli” olarak suçlamakta. Şunu merak
ediyorum: Acaba bu akademisyen bayan, bizim müstehcen olması hasebiyle buraya
iktibas edemeyeceğimiz, ancak delil olması için kaynaklarını verdiğimiz bu
hikâyeleri kendi çocuklarına ve çevresine rahatlıkla ve yüzü kızarmadan
anlatabilir mi?[67]
Peki, Mevlânâ Celâleddin Rûmî böyle birisi ise niçin hem Müslümanlarca
hem de Batılılarca çok sevilmektedir? Bu mühim ve cevaplandırılması zor olan
soruya cevap arayalım:
1-MEVLÂNÂ’NIN ALLAH DOSTU BİR EVLİYÂ
ZANNEDİLMESİ: İslam
dünyasında felsefi tasavvufun etkisiyle, geleneksel anlamda velî (çoğulu
evliyâ); benliğini Allah’ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar
kazanarak, hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında
kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek Allah adına kâinatın idaresini
düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.
Yüzyıllar boyunca toplumumuzda veli (çoğulu evliyâ)
kavramının;Türkler’in İslam’a girişinden sonra, İslam öncesi dinlerinden
taşıdıkları şamanizm, budizm, zerdüştilik, mazdeizm, maniheizm ve hıristiyanlık
gibi inançların tesiriyle ıstılahlaştığı görülmektedir, öyle ki Allah’a yakın
olduğu kabul edilen, veli diye vasfedilen bu kişilerin fevkalade kuvvet ve
kudretlerle mücehhez olduğuna ve herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken-
yardımlarının söz konusu olacağına inanılmaktadır.
Bu konuyu Kur’an’ın ve Sünnetin çerçevesi dışında değerlendirenler, özel
bir statü verdikleri evliyâda olağanüstü güçler ve yetkiler görürler. Onların
peşine takılır, bir dediklerini iki etmezler. Ağızlarından, ya da kalemlerinden
çıkan sözleri doğru mu yanlış mı diye düşünmeden benimserler. Evliyâ dedikleri
kimselerde mutlaka tabiatüstü bir güç ve kerâmet görmek isterler. Göremeyince
de kendileri uydururlar. Ya da önceden uydurulmuş malzemeyi kendi şeyhleri için
kullanırlar.
Bu anlamda toplumuzda evliyâ denilince akla Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî,
Yunus Emre, Ahmet Yesevî gibi isimler gelmektedir. Bilhassa konumuz olan
Mevlânâ, “Hazreti Mevlânâ”denilerek anılmakta, uydurma menkıbe ve
rüyalarla adeta peygamber gibi telakki olunmaktadır. Mevlana’yı yermede aşırı
gittiğimizi düşünen okurlarımız olabilir. Bu hususta az bile söylediğimiz
anlaşılsın diye menâkıb kitaplarında geçen bazı rivayetleri (baştan uydurma
olduğuna inandığımızı ifade edelim) nakledelim:
Mevlânâ zamanında Konya’da yaşayan Sadreddin-i Konevî[68] bir
gün şöyle bir rüya görür: “Rüyâmda Fahr-i Kâinât Efendimiz’i gördüm. Yanlarında
Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu
sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu.
Peygamber Efendimiz Mevlânâ’ya çok iltifât ettiler ve Hazret-i Ebû Bekr’e
dönerek; “Yâ Ebâ Bekr! Ben Mevlânâ Celâleddîn ile
diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim,
işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim
oğlumdur.” buyurdular. [69]
Osmanlı Şeyhülislâmı İbn-i Kemâl Paşa, Mesnevî ile alâkalı bir rüyâsını
şöyle anlatır: “Rü’yamda Rasûl-i Ekrem -sallâllâhü aleyhi ve sellem-‘i gördüm.
Elinde Mesnevî’yi tutarak buyuruyordu ki: “Birçok manevî kitâblar tasnîf edildi.
Fakat bunların içinde Mesnevî gibi bir kitâb yazılmadı.”[70]
“Bir kimse
rüyâsında Resûlullah efendimizi görüp, huzûruna vararak hürmetle selâm verdi.
Peygamberimiz, mübârek yüzlerini öbür tarafa çevirdiler. O zât, öbür tarafa
dolanıp tekrar selâm verdi. Yine mübârek yüzlerini çevirip, iltifât etmediler.
O zât çok üzülerek ağlamaya başladı ve sebebini suâl etti. Peygamber efendimiz;
“Sen, bizim dostumuz olan Celâleddîn Muhammed Rûmî’den yüz çeviriyorsun.
Hâlbuki o, bizim çok sevdiğimiz evlâdımızdır.” buyurdular. O kimse korku ile
uyanıp hatâsını anladı. Kendi kendine; “Ey bedbaht! Şimdiye kadar yarasa gibi
güneşin ziyâsından kaçtın. Bundan sonra bâri Mevlânâ hazretlerinin huzûruyla
şereflenip dünyâda ve âhirette saâdete kavuş.” dedi. Hemen Mevlânâ’nın
medresesine doğru, onun talebesi olmak için büyük bir ihlâs ile yola koyuldu.
Kapıya geldiğinde, Muhammed ismindeki talebeyle karşılaştı. Talebe, ona; “Beni
hocam Mevlânâ gönderdi. Bize kalbinde sevgi hâsıl olan bir kimse geliyor,
onu kapıda karşılayın.” dediler. “Haydi, içeriye buyurun!” dedi. O kimse içeri girip
Mevlânâ’nın elini öpüp, talebesi olmakla şereflendi.”[71]
Yukarıda
naklettiğimiz uydurma rüyâ menkıbeleriyle Mevlânâ’nın ne kadar büyük Allah dostu
olduğu hatta O’ndan yüz çevirenden Rasulullah Efendimizin de yüz çevireceği
anlatılmaktadır. Yazı dizisi boyunca kanaatimizi belirttiğimiz üzere; Eserlerini
sapkın hulul ve vahdet-i vücûd inancı içeren dizeler ve müstehcen hikâyeler
içeren hikâyelerle dolduran birisinin, bırakın Allah dostu olmasını bilakis
Aduvvullah (Allah düşmanı) olması daha muhtemeldir.
Şunu da ifade etmeden geçmeyelim: Mevlânâ’nın bizzat kendisi de
Mesnevi’sinin önsözünde kendi eliyle yazıp durduğu ve birçok islâm dışı, ahlak
dışı uydurma menkıbelerle dolu olan kitabını –haşa- Kur’an gibi vasfetmekte:
“Bu kitap, Mesnevi kitabıdır. Mesnevi hakikate ulaşma ve yakın sırlarını açma
hususunda din asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nm en büyük fıkhı, Tanrı’nın en
aydın yolu, Tanrı’nın en açık burhanıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan
kandilliğe benzer. Sabahlardan daha aydın bir surette paridar… Kalplere
cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir
tanesine bu yol oğulları “selsebil” derler. Makam ve keramet sahiplerince en
hayırlı duraktır, en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler,
içerler… Hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevi, Mısır’daki Nil’e
benzer: sabırlılara içilecek sudur, Firavun’un soyuna sopuna ve kâfirlere
hasret. Nitekim Tanrı da, “Hakk onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da yolunu
doğrultur.” demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır, hüzünleri
giderir, Kur’an’ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur,
huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle
yazılmıştır, temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi
Âlemlerin Rabbinden inmedir. Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu
korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir.
Mesnevî’nin bunlardan başka lakapları da var. O lakapları veren de Tanrıdır…”[72]
Mesnevi şarihlerinden Tahirul Mevlevi[73],
Şeyhi Mevlânâ Celaleddin’in bu sözlerinin Vakıa suresi 78 (v.d)
ayetleriyle, Abese 12-15. ayetlerine nazîre olduğunu kabul eder.
Tahirul Mevlevi, Mesnevi’yi Kur’an gibi Allah kelamı saymakta pirinden daha
pişkindir: Mesnevi için “onun önünden de arkasından da bâtıl yaklaşamaz”
ifadesini, Fussilet-42. ayetiyle bağdaştırır. Mevlevi devamla şöyle der;”Cânib-i
ilahî’den vahy-i münzel olan Kur’an-ı Kerim nasıl avn-i Samedanî’de ise, onun
evvelinden de, sonundan da bâtıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa Mesnevi de
öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkân yoktur.
Hatta iptali ve tahrifi de kabul değildir.”[74]
Demek ki, Mesnevi’deki bütün sapık hikayeler, örneğin (okuyuculardan
özür dileyerek, mecburen atıfta bulunmak zorunda olduğumuz) kabak hikayesi ve
bizim aynen iktibas etmeye haya ettiğimiz, homoseksüel ilişkilerin tasvirine
ilişkin terbiye dışı, ateist bir insanın bile yazmaktan ar edeceği sözler de
-haşa- Allah tarafından nazil olmuştur Mevlânâ Celaleddin’e…
Hemen bu satırlarımızdan bizim evliyâ’yı
inkâr ettiğimiz ithamında bulunabilir.[75] Yanlış
anlaşılmaması için bu konudaki düşüncelerimizi kısaca beyan edelim: Her konuda
olduğu gibi bu konuda da temel ölçümüz Kur’an ve Sünnettir. Öyleyse velî veya
evliyâ kimdir, özellikleri nelerdir? “Haberiniz olsun; Allah’ın
velîleri (evliyâullah), onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak
değillerdir.” (10/Yûnus, 62) Onlar Allah’tan hakkıyla korkup
çekindikleri için, onlara dünyada ve âhirette korku yoktur. Onların ilerisi
güzel olduğu için geçmişle ilgili hüzünleri (üzüntüleri) kalmamıştır. Hesapları
sebebiyle korkmayacaklar ve hesaplarının kötü olmaması sebebiyle de
üzülmeyecekler.
Bu müjdeye kavuşacak olan “evliyâ” kimdir? Cevabı bu âyeti takip eden
ikinci âyet veriyor:“Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup sakınanlardır.
Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik
yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.” (10/Yûnus, 63-64). Ölçü, iman ve takva.
Kim hakkıyla iman eder, imanını şirk veya riyâ gibi şeylere bulaştırmazsa ve
arkasından da Kur’an ve Sünnet’in tanımladığı takvâya ulaşırsa, işte böyleleri
Allah’ın velîleridir.
İslâm akaidinde, bazı dinî çevrelerde
bilinen anlamda kişilere kutsallık izâfe edilerek, hatta onları insanlık
vasıflarının da üzerine çıkarmak gibi hayâlî ve mitolojik tipler icat etmek
anlayışına yer yoktur. Kur’an’da net bir şekilde açıklanan “evliyâ”nın diğer
insanlardan farkı; beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkalâdelikler göstermesi
veya günahları bağışlaması değil; Tevhidî bir inanca sahip olması, münkerden
kaçınması ve ma’rûfu emretmesi, her türlü şirke, zulme, haksızlığa karşı tavır
sahibi olmasıdır.[76]
Bu tariflerden sonra benim aklıma “Evliyâ” denince: Zalim Abbasi
emirine karşı çıkan İmam Ebu Hanife; Sapkın Şia inancını darmadağın
eden İbn-i Teymiyye; Rus kâfirine yıllarca cihad eden Şeyh
Şâmil; İtalyan emperyalistine karşı çıkan Ömer El-Muhtâr;
Zâlim sisteme karşı çıkan Şeyh Said ve İskilipli Atıf
Hoca; Mısır’da hakkı haykıran Hasan El Bennâ ve Seyyid
Kutub; Pakistan’da Seyyid Ebu’l A’la El-Mevdûdi;
Suriye’de Mervan Hadid ve Said Havvâ; Filistin’de Şeyh
Ahmed Yasin ve Abdulaziz Rantisi; Afganistan’da
Küresel cihadın babası Abdullah Azzâm (Rahmetullâhi Aleyhim
Ecmaîn) gelmekte. İşte gerçek Allah dostları…
2- MEVLÂNÂ’NIN FİKİRLERİNİN KÂFİRLER
DÂHİL KİMSEYİ RAHATSIZ ETMEMESİ: Mevlânâ’nın yaşadığı 13.yüzyılda Müslümanların
siyasi ve askeri gücü epey kırılmıştır. İslam coğrafyasında birçok irili-ufaklı
güçsüz devlet vardır. Doğudan Moğol, batıdan Haçlı ordularınca sıkıştırılıp
ezilen insanlar tam anlamıyla bir kaos ortamına itilir. Bu, siyasî ve askeri
alanda olduğu kadar, inançta da açığa çıkan bir kaostur. Önceki yüzyıllarda
etkin olan kelâmın, fıkhın güç kaybetmesi, ulema sınıfının otoritesinin
azalması, eski şaman yeni keramet sahibi evliyalar karşısında ikinci plana
itilmesi 12. yüzyılda sistemleşmiş, tarikat kurumlarını oluşturmuş tasavvufa
büyük imkânlar sunar. Artık tasavvuf bir kaç meczup, cerbezeli konuşan adamın
felsefesi olmaktan çıkıp, şeyhlerin toplumun önüne bir mehdi gibi, bir
kurtarıcı gibi çıktığı, toplumu yönlendirdiği dönemdir. Tekke, zaviye, hankâh
ve benzeri mekânlar tarikatların idari ve yönetim üssü olur. Bu birimlerde
faaliyet gösteren şeyh, derviş, vs. unvanlı şahsiyetler halkın sadece inançlarını
yönetip kontrol etmekle kalmayıp, büyük oranda siyasî bir güç de elde ederler.
Yeni Müslüman eski şaman Türkler fakihlerden, müftülerden ve
kelamcılardan pek hazzetmezler. Türkler geçiş döneminin kolaylaştırıcı
özellikleri, ondan da öte eski inanç ve alışkanlıklarının devamını
meşrulaştırıcı özellikleri nedeniyle tasavvufa eğilim gösterir ve onu tutarlar.
Tasavvuf onlar için bir sığınak olur. Çünkü böylelikle fakihlerin sorgusundan
kurtulurlar. Dine uymayan davranışlarını, bâtıni yorumlar maskesi altında devam
ettirme fırsatı bulmuş olurlar. Şeriatın sert ve acımasız gibi lanse edilen
kuralları, sosyal ve bireysel hayatı düzenleyen şeriat kuralları yerine, her
türlü inanca ve mensubuna kucak açan, onlara sınırsız hoşgörü ile muamele eden,
namazsız-niyazsız ama keramet sahibi(!) şeyh, derviş, abdal ve babalar
etraflarında büyük halk kitlelerini toplamayı başarırlar.
Onlar elde etmeye başladıkları siyasi ve ekonomik gücün her türlü inanca
ve mensubuna sınırsız hoşgörüden kaynaklandığını fark etmeleri uzun sürmez.
Onların hoşgörüsü arttıkça, kitleler kendilerine daha çok bağlanır, kitleler
kendilerine daha çok bağlandıkça onların hoşgörüsü daha da artar. Onlar “mânâ
âleminin sultanları (!)” olurlar. Yunus Emre’nin dediği gibi;“Cümle
yaradılmışa bir gözle bakmayan. Şer`in evliyasıysa, hakikatte asidir”,veyâ
Mevlânâ’nın dediği gibi “Gel ne olursan ol, gel” diyenler, kendi
dindaşlarını katledenlerle çok samimi olabilmişler, hatta kendi çocuklarını
gözden çıkarabilmişlerdir. Bugünlerde de “diyalog ve hoşgörü” adı altında
faaliyet gösterenler, kendi kardeşlerine hasmâne, batılılarla ve papazlarla
gayet dostâne ilişkiler geliştirebilmektedirler. İşte konumuz olan Mevlânâ’nın
fikirleri ve tavırları buna en güzel örnektir.
Mevlânâ başta Selçuklu sultanları ve hanedanın diğer mensupları olmak
üzere zamanın Selçuklu yöneticileriyle çok yakın münasebetlerde bulunmuştur.
Hatta bunlardan bazılarının ona mürit olduğu da bilinmektedir. Bu münasebetler
sayesinde de zamanın hükümdar ve emirleri, Mevlânâ’nın sohbetlerinde bulunarak
onun düşüncelerinden büyük oranda etkilenmişlerdir. Moğolların Anadolu‘ya hâkim
olmasından sonra da Mevlânâ’nın bu kesimlerle olan yakın ilişkisi devam
etmiştir. Tıpkı Anadolu Selçuklu sultanları ve diğer yönetici çevreleri gibi,
Moğol yüksek idarecileri de, Mevlânâ’nın gerek bürokrasi, gerek esnaf ve her
kesimden halk arasında ne ölçüde etkin ve yaygın bir nüfuza sahip bulunduğunu
biliyorlar ve ona göre davranmışlardır. Mevlânâ Anadolu’yu işgal eden Moğollarla
iyi geçinmeye çalışırdı. Hatta Moğollar sıcak tutumu nedeniyle Mevlânâ ‘yı ‘Şeyhü’ş-
Şuyuh’ir Rum(Anadolu’daki tüm şeyhlerin başı)’ilan ettiler. Bu Anadolu’daki
bütün şeyhlerin ve ailelerin Mevlana’ya bağlanması mecburiyetini getirir.
Ayrıca Moğollar Mevlânâ ‘ya bu görevinden dolayı maaş bile bağladılar.
Kayseri’de on binlerce Ahi ve Türkmen’i öldüren, Baycu Noyan Konya’ya
geldiğinde Mevlânâ ile görüşmüş ve Mevlânâ bu elleri kanlı katil Baycu Noyan’ın
evliyaullah’tan olduğunu Konyalılara telkin etmiştir.[77]
Halkın büyük çoğunluğunun Selçuklu sultanlarının,
yerel askeri beylerin, büyük tacirlerin, Moğol işgalcilerinin boyunduruğu
altında ezildiği ve sömürüldüğü, açlık, evsizlik ve yaşam güvencesizliğiyle yüz
yüze olduğu, dahası kan ağladığı koşullarda Mevlana gününü gün etmekte, şiir
yazmakta, sema yapmaktadır. Eflakinin nakline göre: “ Vezir Ziyaeddin’in
hanında Tavus adında harp(bir çalgı) çalan bir hanım vardır. Sesi de çok tatlı
ve gönül okşayıcıdır. Saz çalmasındaki maharetinden ötürü bütün âşıklar onun
esiri olmuşlardır. Tesadüfen bir gün Mevlânâ o hana girip Tavus Hanımın
odasının karşısına oturur. O sırada Tavus-i Çengi, cilvelerle Mevlânâ’nın
huzuruna gelip onu kendi hücresine davet eder. Mevlânâ’nın bu davete icabeti
sabahın erken saatlerinden ta akşam namazına kadar onun odasında namaz ve
niyazla(!) meşgul olmasıyla geçer. Mevlânâ sarığından bir gez miktarı kesip
Tavus Hanıma verir. Cariyelerine de kırmızı dinarlar bağışlayarak oradan
ayrılır.”[78]
İnsanların bir bölümü Rabbani âlimlerin
öncülüğünde (Şeyhulislam İbn-i Teymiyye gibi) Moğol istilacılarına karşı
savaşırken Mevlânâ onlara, bütün bu gelişmelere sırtlarını dönmelerini “geçici”
olan bu dünyaya boş vererek nefis cihadı yapmalarını öğütler. “Küçük
cihaddan büyük cihad’a döndük sözünün (Hadisinin) [79]tefsiri” başlığıyla
şunları anlatır: “Gerçi dışarıdaki hasmı mağlup ettik ama içimizdeki
düşman ondan daha fenadır. Onun öldürülmesini aklın, idrâkin yapacağı bir iş
sanma. Nefis aslanı tavşanın maskarası olmaz. Nefis cehennemdir. Cehennem
ise bir ejderhadır. Ona deryalar dökülse sönmez… Zira küçük cihadı tamamladık,
büyük cihad için gayret et. Biz şimdi küçük cihaddan döndük. Peygamberin büyük
cihad dediği şeyi bil. Kafdağını iğne ile yerinden ayırmak için kuvvet ile
yardım Haktandır, gerisi lâf. Safları dağıtanı aslan sanma, asıl nefsini
ezebilen aslandır.”[80]
Mevlânâ ve dolayısıyla Mevlevilerin,
devletin ve yönetiminin başında olanlara mutlak itaatı öngören ve eski İrani
zihniyetten kaynaklanan Ahlak teorisine bağlılıklarından ötürü Osmanlılar,
Mevlevilerin bu zihniyetini tebaaya otoriteye boyun eğme duygusu vereceği
mülahazasıyla faydalı olacağını düşünmüşlerdir. Mevlana’nın Mesnevi’sinde ve
diğer eserlerinde öngördüğü ahlak anlayışı budur. Bu ahlak anlayışı; doğru ve
yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin kriteri siyasi otoritenin belirlemesine
göredir. Allah, gücü ve kudreti kime vermişse hakkı ve adaleti taayyün yetkisi
de onundur. Eski İran’da bu yetki şahlara ait idi. Çünkü şahların ve devlet
yetkililerinin hata ve kusurdan münezzeh olduklarına inanılırdı. Bu ahlaki
anlayıştan dolayı Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi, kendisine niçin
Müslümanları (Karamanoğullarını) bırakıp Moğollara destek verdiğini soranlara “Günümüzde,
Allah gücü ve kudreti Moğollara vermiştir. Biz onlara itaat etmeyi kendimiz
için vacip görürüz.” [81] demiştir.
Naklettiklerimizden anlaşılacağı üzere Mevlana’nın fikirleri kâfirler
dâhil hiç kimseyi rahatsız etmemiş ve Mevlanâ tüm insanlığa hoşgörü abidesi
olarak sunulmuştur. Buna dâir vereceğimiz son iki örnek ülkemizden olsun:
Birinci örnek; Türkiye’deki rejimin
bânisi Mustafa Kemal’in Mevlânâ’ya bakışıdır. Mustafa Kemal’e göre “Mevlevîlik,
Türk ananesinin Müslümanlığa nüfuz edişinin bir örneği” ve “Mevlânâ büyük bir
reformatör… Mevlevîlik tekkelerin en ileri olanıydı.”[82] Tarihçi
Cemal Kutay’ın ifadelerine göre, Mustafa Kemal’e emrindeki yardımcılarının
“Paşam Hz. Mevlana’nın makamını müze haline getirmeniz[83] üzerine
halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca doğurmasın” demeleri üzerine
Atatürk’ün verdiği cevap ilginçtir: “-Eğer, Hz. Mevlana’yı hakkıyla
tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam öteki
dergâhların da açılmasını sağlardım. Çünkü Hz. Mevlana’yı tanımak ve anlamak
zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır.”[84]
İkinci örnekte 2008 de Mevlânâ’yı anma
töreninde o zamanın CHP genel başkanı Deniz Baykal’ın şu sözleridir: “Bizdeki
İslamiyet, Usame Bin Ladin’leri değil, Mevlana’yı, Hacı Bektaşı Veli’leri
yetiştiren bir anlayış olmuştur. Bunun kıymetini bilmeliyiz. Mevlana ‘ben
Kur’an’ın kölesiyim, Muhammed’in yolunun toprağıyım’ diyen kişidir. Bugün
dünyanın dört bir köşesinde her inançtan, her dinden, her milliyetten insanlar
Mevlana derneklerinde bir araya geliyor. Onun içindir ki Papa 23. John, ‘Katolik Dünyası
adına Mevlana’nın önünde saygıyla eğiliyorum, diyor. İslamiyeti şiddetle
terörle karalamak isteyenler, ya da baskıcı bir siyasi ideoloji haline
dönüştürmek isteyenler karşılarında en sağlam dayanak olarak Mevlana’nın sevgi
ve hoşgörü temelindeki tasavvufi ve hümanist insan anlayışını bulurlar. Onun
içindir ki bugün Türkiye, İslamiyet’in en özgür, en akılcı, en ileri, en özgür
yaşandığı yerdir. İslamiyet ile demokrasi, İslamiyet ile laiklik, İslamiyet ile
özgür kadın anlayışı, en ileri ölçüde bağdaşabilmiştir.”[85]
Verdiğimiz örneklerden de görüleceği üzere; Fikirleri en zındık
kâfirleri bile rahatsız etmeyen hatta onlarca topluma rahatlıkla lanse edilen
bir kişi Mevlânâ. Tabi ki böyle birinin hemen herkes tarafından
-Muvahhidler hariç- sevilmesi normal görülmelidir.
Bugün Mevlâna, ünü Türkiye sınırlarını
aşmış bir şahsiyet olarak öne çıkmaktadır. En önemli sorulardan biri, bilhassa
Batı insanının Mevlâna’ya olan yoğun ilgisinin sebebi üzerinedir. İnsanlar Onun
düşüncelerinde ne bulmaktadırlar?
“Mevlânâ’nın son yıllarda Batı’da en çok
okunan şair olduğunu biliyoruz. Kitaplarının tercümeleri yüz binler satıyor.
Şiirleri kaset ve CD’lere okunuyor. Madonna gibi ünlü sanatçılar albümlerinde
ondan şiirlere yer veriyor. Böylece hem ona olan sevgi ve saygılarını, hem de
onu sevenlere ulaşmayı hedefliyorlar. İşin ilginci ise, onu okuyanların her
din, inanç, ırk ve kesimden olması. Hâlbuki daha on yıl öncesine kadar sadece
akademik çevreler onu tanıyordu. Bugün ise, Amerikan edebiyat hayatında heyecan
verici edebî ve felsefî bir güç olmuş. En önemli yanlarından birisi ise,
kimseyi incitmeden mesajını ulaştırması ve herkesi kucaklaması; kimseyi “öteki”
olarak görmemesi. Bundan dolayı, Mevlânâ sıradan bir sufi; Hindu, Budist veya
Yahudi mistik gibi görülemez. O, kendini gerçekleştirerek insan olmanın
zirvesinde olan biridir (insan-ı kâmil). Bu seviyeye çıkmış insanlar, içinde
doğdukları ve büyüdükleri kültür ve ülkenin sınırlarına sığmaz; tüm insanlığa
ulaşır ve hitap ederler. Mevlânâ’nın şiirlerinin bugün kiliselerde,
sinagoglarda, Zen manastırlarında; New York’un sanat merkezlerinde okunmasının
ve yankılanmasının nedeni de budur. Öyle görülüyor ki, o tüm insanlığın
Mevlânâ’sıdır.”[86]
Zaman Gazetesinden yaptığımız bu alıntı Batının Mevlânâ algısını
özetlemekte. Özellikle 6 Mart 2006’da UNESCO[87]‘nun,
2007 yılını Mevlânâ yılı olarak kabul etmesi ve 2007 yılı içinde Mevlânâ
Celaleddin-i Rumi’nin değişik ülkelerde anılması için karar alması vesileyle
Konya’da, Türkiye’nin başka yerlerinde ve başka ülkelerde Mevlânâ ‘yı konu alan
bir dizi etkinlik yapıldı. Batılıların “Medeniyetler İttifakı ya da
Uygarlıklar Bağlaşması Projesi”[88]dahilindeki
Mevlânâ ile ilgili söz ve fiillerinden bir kısmını nakledelim:
Aksiyon dergisinin 1 Ocak 2007 tarihli sayısında yayımlanan “ Mevlânâ’sız
Medeniyetler İttifakı Olmaz” başlıklı yazıda ” Mevlânâ ‘yı tanımak ve
anlamak için” Konya’yı birkaç kez ziyaret ettiği söylenen ve ” Mevlânâ ‘nın
evrensel fikirlerinin” projeye (“Medeniyetler İttifakı ya da Uygarlıklar
Bağlaşması projesi) mutlaka yansıtılması gerektiğini belirten Avrupa Komisyonu
Danışmanı Prof. Dr. Angelo Santagostino’nun şu sözlerine yer veriliyordu: ”
Mevlânâ, bugün medeniyetler arasında barışın tesis edilmesinde çok önemli bir
rol oynayabilir.”
Bu bağlamda, Pentagon’la sıkı bir ilişki içinde olduğu bilinen RAND
Corporation[89] adlı
düşünce üretim kuruluşunun Mevleviliğe ilgi duyması kimseyi şaşırtmamalı. CIA
ile birlikte çalışan ve Amerikan yönetimine strateji üreten RAND
Corporation’un 2007 tarihli “Ilımlı İslam Ağı Oluşturmak”[90] raporunda
İslâm âleminde “Sufizmin yayılmasını teşvik edip popülerleşmesini
sağla! Sufi geleneğinin tarihlerinin parçası olduğuna inandır. Sufi
öğretileri müfredatlara sok.” teklifleri göz ardı edilmemeli.
BM’in eski genel sekreteri Kofi Annan’ın Temmuz 2005 de gündeme
getirdiği ve İspanya Başbakanı José Luis , Zapatero ile Türkiye Başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını üstlendikleri “Uygarlıklar Bağlaşması”
planı dahilinde 12 Mart 2007’de -Fethullah Gülen yandaşlarına bağlı- Rumi Forum
ile Georgetown Üniversitesi Barış ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi’nin
ortaklaşa düzenlediği törende “2007 Barış ve Diyalog Ödülleri”nin Başbakan
Tayyip Erdoğan ile İspanya Başbakanı Jose Louis Rodriguez Zapatero’ya verildiği
(ABD Kongresi’nde düzenlenen) törene katılan ve ödülü Başbakan Erdoğan adına
alan AKP İstanbul Milletvekili Egemen Bağış burada yaptığı konuşmada, “Medeniyetler
ittifakı bir Mevlânâ ittifakıdır” demiştir.
Mevlana’yı anmak ve anlamak için yapılan diğer etkinliklere göz
atalım: 27 Mart 2007’da Fransa’nın Strasbourg kentinde düzenlenen ve
“Mevlânâ’nın hümanizm anlayışı ve dinler arası diyaloga katkılarının”
tartışıldığı uluslararası panele Türkiye’den ve Fransa’dan akademisyenler
katıldı. 8-12 Mayıs 2007’de açılışını Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı ve
İstanbul ve Konya’da düzenlenen ” Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Uluslararası
Sempozyumu’na çeşitli ülkelerden 150’den fazla araştırmacı ve akademisyen katıldı.
26 Haziran 2007’de BM’de Mevlânâ
Celaleddin-i Rumi’nin 800. doğum yılı kutlandı ve Türkiye, Afganistan ve İran
BM Daimi Temsilcilikleri’nin girişimiyle bir “Mevlana Anma Gecesi ve
Paneli'” düzenlendi. Etkinliğe katılan BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon
yaptığı konuşmada, Mevlânâ ‘nın anlayışının medeniyetler ve kültürler arasında
diyalog köprüsü oluşturduğunu ve “evrensel bir filozof” olarak nitelendirdiği
bu düşünür için, ” Mevlânâ ‘nın bize öğrettiği, insanı insan olduğu için sevmek
ve saygı göstermektir” dedi.
31 Ekim 2007’de İran’da çok sayıda yabancı ve İranlı araştırmacının
katıldığı bir Uluslararası Mevlânâ konferansı yapıldı. İran Devlet Başkanı
Ahmedinejad yaptığı açış konuşmasında şöyle dedi: “Günümüz dünyası her
zamankinden daha çok Mevlânâ’nın söz ve düşüncesine ihtiyacı vardır. Bu dünya
tüm düzeni ve güzelliği ile maddi ve zahiri dünyevi vücuttan oluşmamış ve
gerçekte Allah’ın bir cilvesidir… Mevlânâ ‘nın bugünün insanlarına ve tüm
çağlarda yaşayan insanlara mesajı insanoğlunun bu âlemin çok ötesinde bir aleme
ait olduğu ve bir gün oraya geri döneceği mesajıdır.” [91] Aynı
Kongre’nin ” Mevlânâ ve çağdaş dünya” oturumunda konuşan İranlı uzman Muhammed
Fakfuri: “ Mevlânâ ‘nın, Taliban ve Vahhabiler gibi radikallerle mücadele
için en iyi kriter olabileceğini ve onun düşüncelerinin İslam dinine yönelik
olumsuz propagandaları etkisiz hale getirebileceğini vurguladı.”[92]
28 Kasım 2007’de Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Avrupa Parlamentosu’nda
yapılan bir panelle anıldı. “Kültürlerarası Diyalog Platformu (IDP) ve AP
üyeleri Cem Özdemir, Emine Bozkurt ve Sacid Kerim’in himayesinde
gerçekleştirilen panel ve Mevlevî gösterisine ilgi büyük oldu.‘Mevlânâ’yı
tekrar düşünmek: Mevlânâ bugünün Avrupa’sında yaşasaydı ne yapardı?’başlıklı
panelde Londra Üniversitesi’nden Doç. Dr. İhsan Yılmaz, Georgia
Üniversitesi’nden Doç. Dr. Alan Godlas ve düşünce kuruluşu Vision 2020’nin
müdürü Prof. Marc Luyckx Ghisi konuştu. Yılmaz, Mevlânâ çizgisini günümüzde
Fethullah Gülen[93],
Seyyid Hüseyin Nasr ve Abdülkerim Suruş’un takip ettiğine işaret ederken, kendisi
de bir sufi olan Godlas’ın Mesnevî’den Farsça mısraları okuması ilgiyle takip
edildi.”[94]
Nilüfer Kas, Aralık 2001’de Tempo
dergisinde yayımlanan “Globalizmin Yeni Dini: Mevlânâ “ başlıklı
yazısında şöyle diyordu: ” Mevlânâ, 21. yüzyılın global barış şairi oluyor.
Mevlânâ felsefesi globalleşmenin yeni dini gibi bütün dünyada hızla yayılıyor.
Binlerce yeni insan Mevlânâ okuyor, Mevlânâ öğreniyor. İslam Rönesansı
arayanlar Mevlânâ ‘ya koşuyor. Çünkü tüm dünyada ‘Ne olursan ol yine gel’
diyerek dil, din, ırk, cins ayrımı yapmadan bütün insanlığa barış ve umut vaat
eden Mevlânâ gibi evrensel bir bilge yok. 11 Eylül sonrası terör ve şiddete
dayalı radikal İslama dünya çapında tepki arttı. Mevlânâ ‘ya yöneliş daha da hızlandı.
İslam şemsiyesi altında, tasavvuf
felsefesiyle Tanrı ve insan sevgisini yücelten Mevlânâ, Batı’nın ‘barışçı,
hoşgörülü İslam’ arayışına bire bir cevap veriyor, Bu yüzden Batı’da Mevlânâ
‘nın Mesnevi’si son yıllarda bestseller listelerinde. 11 Eylül’den sonra
satışlar daha da arttı. Dünyanın her köşesinde Mevlevi ve sufi dernekleri
kuruluyor. İtalya’dan Fransa’ya, Avustralya’dan ABD’ye kadar her yerde yeni
Mevlana cemaatleri ortaya çıkıyor. İnsanlar ney çalıyor, Mevlevi tarzı dönerek
dans ediyor, barış ayinleri düzenliyor. ABD’de çeşitli üniversitelerde Mevlânâ
kürsüleri açılıyor.” Aslına bakılırsa, bu ilginin başlangıcı on yıllar öncesine
dayanıyor. Idries Shah (İdris Şah), 1964’te yayımlanan kitabında şöyle
diyordu:”Gerek düşün ve gerekse de tekst olarak Rumi’nin Batı’daki etkisi hayli
büyüktür. Geçtiğimiz yıllarda yapıtlarının çoğunun Batı dillerine
çevrilmesinden ötürü bu etki daha da artmıştır.” (The Sufis, Londra, Jonathan
Cape Ltd., 1969, s. 116)”
Buraya kadar yaptığımız –belki uzun oldu ama- alıntılardan anlaşılacağı
üzere; Batılılar elbette Mevlânâ düşüncesini önemsiyor, üniversitelerinde bunun
için kürsüler kuruyor, gündem ediyorlar. Çünkü emperyalistler, sömürecekleri
ülkelerin insanlarının bu düşüncede olmasını istiyorlar ondan. Yeryüzü
gezegenini küresel hegemonyaları altına almak isteyenler açısından –kendi
deyimleriyle- “İslam dünyası ve Ortadoğu “entegre olmamış boşluk”u ifade
etmektedir. Onların varsayımlarına göre bu “boşluğun oluşması”nda İslam dini ve
bu dinden tarih boyunca neş’et etmiş bulunan İslam tefekkürü, İslam’ın
ameli/fıkhi pratikleri, kelam ekolleri büyük rol oynamaktadır. Bu durum
tespitinden hareketle, İslam dinini nasıl diğer dini gelenekler, özellikle
Hıristiyanlık gibi onu kendi asli ve hakiki tabiatından tecrit edip
başkalaştırabiliriz, Protestanlaştırabiliriz gayreti içindedirler. Şeriat’a
karşı yürütülen küresel propagandanın amacı, öncelikle Müslümanların zihin
evreninde fıkıhsız/amelsiz bir din telakkisini yerleştirmeyi hedeflemektedir. Fakat
bu kendi başına yeterli olmayacaktır. Bununla eşzamanlı olarak Kur’an’ın
tarihselliğini Müslümanların ilahi vahyi anlama usullerinin yerine geçirmek ve
arkasından belli başlı İslami büyük şahsiyetleri yeni bir imaj üretimine tabii
tutarak postmodern zamanların perspektifi içine eriterek küresel hegemonyaya
hizmet edebilecek şekillere sokmak istemektedirler. Bu plan çerçevesinde
Mevlânâ onlara hayli kullanışlı bir enstrüman olarak görünmektedir. Mevlânâ bu
projenin “sufi postmodernizm” ayağını teşkil eder. Mevlânâ üzerinden İslam
tasavvufunu ve İslam tasavvufu üzerinden İslamiyet’in kendisini postmodern bir
huviyete büründürme, itikad, kelam ve fıkıhla ilgili kendine özgü kavramsal ve
yargısal mahiyetini dönüştürme teşebbüsü var.
Bu konuda Prof.Dr. İlhami Güler’in tespitleri de kaydedilmeye değer: “
Dünya düzeninin bekçileri ve gardiyanları İslâm dünyasında giriştikleri bir
dizi sömürü, işgal ve zorbalığa karşı bu dünyanın çocuklarının İslâm’dan
aldıkları izzet, onur ve kimlikle onlara karşı başkaldırmalarını ve
direnişlerini “terör” yaftasıyla özdeşleştirerek gözden düşürmek istemekte,
İslâmcılığa karşı da Mistisizmi-Tasavvufu “Gerçek İslam” diye pazarlamaya
çalışmaktadır. Oysa bilindiği gibi Tasavvuf, apolitik bir pozisyon olarak İslâm
toplumlarının bütün önemli yaşam alanları olan siyaset, hukuk, ekonomi vs.
temel İslâm bilimleri olan Fıkıh, Kelâm, Tefsir, Hadis vs. tarafından
kurulduktan sonra dinsel bir ‘lüks’ veya bir ‘içerleme’, bir ‘uçuklama’ olarak
gelişmiştir. Kur’an’da ‘Allah’ın yolu’ (sebilullah) veya şeriat/minhac (yol)
kavramları yeryüzünde, insanlar arasında Allah’ın yukarıda saydığımız
hedeflerinin gerçekleşmesidir. Yoksa bu yol tasavvufun iddia ettiği gibi
Allah’ın zatına giden dikey bir yol değildir. Kur’an’da Allah bizden böylesine
egoistçe bir şehveti (onlar aşk, vuslat, kurb, fena, vahdet, şeb-i arûs vs.
diyor) istemedi. Allah, müminlerden gerektiğinde Peygamber gibi silah kuşanıp
yurtlarını, onurlarını korumak için savaşmayı, zulme, haksızlığa karşı adaleti
kâim kılmak için cehd göstermelerini (cihad) istedi. Eğer insanı tanıyorsak ve
de gerçekçi isek, bütün ‘barış’ dönemlerinin bir ‘savaş’tan sonra olduğunu
biliriz. Belki de Heraklitos haklıdır. Kötü şeylerin olduğu kadar “Savaş bütün
iyi şeylerin babasıdır.”[95] Merak
ediyorum, Hz.Muhammed savaşmasaydı bugün ‘İslâm’ diye bir dünya dini olur
muydu? Allah Kur’an’da müminlerin akıllarını sonuna kadar kullanmayı istedi,
mistikler gibi sarhoşluğu (onlar sekr, cezbe, istiğrak, şatahat diyorlar)
istemedi. Bugün hayatın bütün alanlarına egemen olanlar, egemenlikleri altında
tuttukları insanlardan, halklardan “hoşgörülü” olmalarını, bu hegemonyaya ses
çıkarmamalarını, onaylamalarını istiyorlar. Bunun için de ‘Aşk’ dininin üstadı
“Mevlânâ”yı[96] bize
örnek müslüman olarak gösteriyorlar. Hz. Muhammed’i terörist olarak karikatürünü
çizenler, bizden Mevlânâ gibi olmamızı istiyorlar. 2007 yılını ‘Mevlânâ yılı’
ilan ediyorlar. Beyazsaray ve Brüksel, Mesnevî’yi dış politikalarının ilham
kaynağı mı yapacaklar! Kur’an terör-savaş içeriyor, basımı, yayımı yasaklanmalı
diyenler, bize “Mesnevî” okumamızı tavsiye ediyorlar.”[97]
Mevlânâ bugün batıda kabul edilmiş bir değerdir ve birçok batılı
ülkemizi ziyaret ederek bu felsefeyi öğrenmeye çalışmaktadır. Övgülerle de
Türkiye’den ayrılmaktadırlar. Peki bu şahıslar İslam adına ne öğrendiler ya da
İslam’ın hangi ilkesini anladılar? El-cevap: Hoşgörü. Peki, bu cevap ne
kadar İslami’dir. İslam’ın hangi hükmünü içermektedir. Batı İslam olan bütün
değerlerle bugün bile savaşırken meclislerinde İslam’ın emirlerini yasaklayan
yasalar çıkarırken neden Mevlânâ ve benzer düşünceleri desteklenmektedir. Can
alıcı soru da budur. Bu soruya cevap vermek bütün oyunu bozacak niteliktedir.
Tabi cevap verebilecek şuurlu beyin sahibi olmakta ayrıca önemlidir. Bugün
bizlere hoşgörü uyuşturuşu Mevlânâ tarafından aşılanırken, Batı
dünyaya vahşet saçmaktadır. Bu eylemleri yaparken neden hoşgörü veya Mevlana
akıllarına gelmemektedir.
İslam’ı haykıranlar hiçbir zaman Batının
gündeminde olmaz. Onun için şu hakikati unutmamak gerekir. Bayram değil
seyran değil Batı bizi niye öpüyor. Onlar; Haçlılara dur diyen
Selahaddin Eyyubi’yi, kâfirlere ve işbirlikçilerine karşı bizzat cihad eden
Şeyhulislam İbn-i Teymiyye’yi, Moğol emperyalizmi ile mücadele eden Ahi
Evran’ı, Rusları dize getiren Şeyh Şamil’i, İtalyanlara kök söktüren Ömer
El-Muhtar’ı, Siyonistlere cihad ilan eden İzzeddin Kassam’ı, Mısır tağutuna
hakkı haykıran Seyyid Kutub’u, Afganistan dağlarında kâfirlere karşı cihad’ın
manifestosunu yazan Abdullah Yusuf Azzam’ı hiç önemserler mi? Gündem
ederler mi? Vallahi etmezler! Çünkü bu âlimler zalime karşı durmuşlardır, İslam
vatanını emperyalistlere çiğnetmemek için mücadele vermişlerdir. Hatta bu
uğurda pek çoğu şehid olmuşlardır.
Sonuçta Batı; Folklorik, herkese, her
kesime boncuklar dağıtan, güçlüden, egemenden yana tavır koyan, isyanı,
şahitliği içinde barındırmayan, dönen, dönen duran zillete batmış kültürel İslam
çabalarının sembolü olarak Mevlânâ’yı seçmiştir. Yasa koymayan, hudut çizmeyen,
ahlaki kuralları olmayan, ilkeden, idealden, ülküden yoksun bir dini yorum
isteyen Batı,bu yoruma müsait olarak da Mevlânâ figürünü oturtmuştur.
UNESCO’nun 2007’yi “Dünya Mevlânâ Yılı” düzenlemesi üzerine milyon dolarlar
bütçe ayıran ve teşvik edenlerin, İslami hareketlere ve onların yetim, dul ve
ailelerine maddi destek olunmasını suç saymasının sebebi de herhalde daha iyi
anlaşılmıştır.
GENEL DEĞERLENDİRME
Yazı dizimizin mukaddime kısmında: “Hakkında yazılan ve çizilenler
o kadar farklı ki, Mevlânâ kimilerince “Ehl-i Sünnete mensup bir
âlim” kimilerince “Hak aşığı bir şâir, kimilerince “Bir
peygamber, kimilerince de “ Vahdet-i vücutçu bir kâfir” Reel
gerçekte de her yıl 17 Aralıkta “Devlet Büyüklerinin de resmî katılımlarıyla
anılan bir Mutasavvıf. Yazı dizimize başlık olarak seçtiğimiz üzere “Hangi
Mevlânâ, Gerçek Mevlânâ?”. Okuduğunuz bu araştırma bu soruya cevap aramanın
bir çabası…” demiştik.
Umarız yazı dizisini takip eden okuyucularımız, Mevlânâ Celâleddin
Rûmî’yi ve fikirlerini anlattığımız bu satırlardan Mevlânâ’nın kim olduğunu
öğrenmişlerdir. Mevlânâ hakkında konuşmanın/yazmanın zor olduğu mâlum. Türkiye
toplumunun genel anlayışında araştırmadan sevme ve düşman olma gibi nahoş bir
yaklaşım vardır. Bu toplum dinini sever ama mahiyetini bilmez, Mevlânâ’yı sever
ama onunda eserlerini okumaz. Bana iletilen bir okuyucu mesajından bir bölümü
nakledeyim özetle: “ Hz. Mevlânâ fikir adamı, felsefeci-şair gibi kavramlardan
uzak tam manası ile Kuran ve sünnet emirleriyle yaşayan bir kuldur. Hz. Mevlana
bir felsefi düşünce kurucusu değildir. Bu yazıyı yazana yazıklar olsun. Ayrıca
Şems Hazretlerini de kitabi ilimlere düşman ilan etmişler bu yazıda. Mana âlemi
ile dalga geçmek böyle ”Mana ordusunun başkumandanı oldum” diyen Hz. Mevlânâ
‘ya hakaret etmenin elbette bir karşılığı olacaktır. Âlemlerin Rabbi Olan Yüce
Allah dostlarına hakareti cezasız elbette bırakmaz ” Bu okuyucu (ve bu şekilde
düşünenler) keşke yazdıklarımızı Kur’an ve Sünnet’e uygun bir biçimde tahkik
edebilseydi. Yazdıklarımızı kaynaklarıyla beraber zikrettik. Kimseye iftira
etmedik.
Yazı dizimizi tarafımıza sıkça sorulan: “Neden söylemlerinizi tenkit üslubuyla dile getirmeyi tercih ediyorsunuz? İlle birilerini hedef almak zorunda mısınız? Tenkit ettiğiniz isimler ortaya bir şeyler koymuş kimseler. Siz de tenkit etmek yerine inşa faaliyetiyle orijinal üretim yolunu seçemez misiniz?” sualine cevapla bitirelim:
Bu tenkit ilk bakışta doğru gibi görünmekte. Birileri üretirken, siz durmadan tenkit ediyorsunuz. Oysa önemli ve zor olan üretmek değil midir? Burada iki noktayı dikkate sunalım:
1-Hakkı
verilmiş bir tenkit faaliyeti, tenkit edilen görüşün eksikleri/yanlışları
yanında, doğrunun da gösterilmesini tazammun eder. Yoksa yapılan işin
“karalama”dan pek bir farkı olmaz. Biz de tenkitlerimizde bu noktayı ihmal
etmemeye azami dikkat gösteriyoruz. Hatta esas zor olan, tenkit edilmekte olan
bir doğruyu, o tenkitlere mukabelede bulunarak ortaya koymaktır. Bu,
zannedildiğinden çok daha zor bir iştir. Zira müdafaa ettiğiniz doğruyu, sadece
kendi zatî özellikleriyle değil, güncel değeri bulunan tenkitleri de dikkate
alarak ortaya koymak ciddi bir imal-i fikir ister.
2-Tenkit
ettiğimiz yaklaşım ve görüşler de esasen başka birtakım yapıların tenkidi
üzerine kurulu bulunmaktadır. Dolayısıyla sathî nazarlara “inşa” gibi görünen o
yaklaşım görüşler de esas itibariyle tenkit karakterlidir. Tenkitten zarar
gelmez. Yeter ki insanlar sadece fikirleriyle tenkit edilsin, “bel altı” vuruş
yapılmasın…”[98]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) fenalıklar karşısında, iyilerin
seyirci kalmaması, kötüler yüzünden gelecek (fitne, fesad, şer vs. her
çeşitten) içtimâî ızdırabların, iyiler de dâhil bütün cemiyetin varlığını
tehdit edeceğini ifade ederek fenâlıklar karşısında nemelâzımcılığı önlemek
için zihinden çıkması zor olan bir de teşbîhte bulunur:
“Allah’ın hudûduna (emir ve yasaklarına)
giren meseleleri tatbîk eden -ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik
göstermeyen iyi- kimse ile yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye
binip kur’a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer.
Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından
geçip onları rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir
balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip:
“Yâhu ne yapıyorsunuz?” diye sorunca alttakiler: “Biz su ihtiyacımızı görürken
sizi rahatsız ediyorduk, hâlbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden
yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz” deseler ve üsttekiler bu işte onlara
mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer
yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de
kendilerini helâk ederler.”[99]
Günümüzde de İslâm adına İslâm’dan tâvizler vererek bazı işler yapanlar
aynen bu hadisteki misalde olduğu gibi gemiyi delmekteler, fakat diğer
Müslümanlardan hiçbir tepki ve engelleme de gelmemekte, böyle olduğu için bâtıl
ve geçersiz olan şeyler Müslümanlar tarafından Müslümanca bir hareket ve tavır
gibi görülmekte ve sergilenmektedir. Bugün hepimizin yapacağı tek iş, İslâm’ı
Kur’an ve hadislerden en güzel şekliyle öğrenip yapılacak ve yapılmayacak
işleri o bilgiler doğrultusunda yapmak veya yapmayıp engel olmak şeklinde bir
tavır ortaya koymak olacaktır. Böylece İslâmî isim ve imajlar altında gayri
İslâmî işler yapılmamış ve İslâm tatmin vâsıtası olarak kullanılmamış
olacaktır. Bugün bâtıl bid’at, hurâfe ve haram olan pek çok şey İslâmî elbise
giydirilerek meşrû imiş gibi gösterilmekte ve kimse tarafından, hiçbir
engelleme olmadığı için yapılıp gitmekte ve kafalarda meşrû bir iş gibi
kalmaktadır. Kitap ve sünnet gözlüğüyle bakanlar, böyle yapılan pek çok
gayrimeşrû işi, bugün İslâmî isimler altında görebilecektir. Gücümüz yettiğince
bunlara engel olunmalıdır.
“Haksızlık karşısında susan dilsiz
şeytan” durumuna
düşmemek için bu gereklidir. Unutulmamalıdır ki, İslam her şeyin üstündedir ve
hiçbir şeye feda edilemez. İslam Yüce Allah’ın insanlığa rahmeti ve
saadetidir. Hak ve adalet hiçbir ekol veya kişi için feda edilemez ve gizlenemez.
Birtakım kişileri veya uygulamaları savunmak yahut kurtarmak gayretiyle İslam
öğretilerinin tevillerle yamuklaştırılması yahut göz ardı edilmesi kesinlikle
doğru değildir.
Bizler İbnul-Cevzi’nin dediğini tekrarlıyoruz: “Hakta
tarafgirlik olmaz. Söylenenler doğru değilse, o zaman böyle şeylerden, o
mezhepten ve kim olursa olsun o kişiden sakındırmış oluruz. Allah biliyor ki
hata edenin hatasını söylemekten maksadımız, şeriatı tenzih etmek ve onu
yabancı şeylerden korumaktır. Yoksa söyleyen ve işleyenle bizim bir işimiz
yoktur. Bununla ancak ilim emanetini yerine getiriyoruz. Âlimler de hata edenin
kusurunu açığa çıkarmak için değil, hakkı ortaya koymak için birbirlerinin
hatalarını gösteriyorlar. ‘Kendisiyle teberrük edilen falan zahide nasıl cevap
verilir veya sözü nasıl reddedilir?’, diyecek cahillerin sözüne itibar
edilmez. Çünkü bağlılık şeriatın getirdiklerine olur, şahıslara değil…”[100]
Allah’ım! Hakkı hak bilip Hakka ittiba etmeyi, batılı da batıl bilip,
batıldan içtinab etmeyi; Hakkı her şeyin üstünde tutmayı; Her işimizde Hak ve
Hakikate istinad etmeyi; Hak ve Hakikat karşısında teslim olmayı;
Her daim Haktan ve haklıdan yana olmayı; Hak ve hakikat uğruna mücadele
edebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eyle. (Amin)
DİPNOTLAR
[1]“Mevlânâ” lakabı
Celâleddin Rûmî’ye Konya da henüz ders vermekle meşgul olduğu dönemde
“efendimiz” veya “hazret” mânâlarına gelen, ilim adamları için bir unvan gibi
kullanılan bir hitap olup, zamanla yalnız ona has ve en meşhur ismi olmuştur.
Biz de yazı dizisi boyunca kısaca bu ismi ile anacağız.
[2] Doğrudan Mevlevîliğe ilişkin çekilmiş olan ve aynı zamanda tarihî bir
film olan Dinle Neyden(2008) adlı filmini örnek verebiliriz. Kelebek(2009)
ve New York‘ta Beş Minare(2010) adlı sinema filmleri de Mevlevî
kültürü yoğun oranda yansıtmaktadır.Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
hazırlanan tanıtım filmlerinde de başlıca temalardan birinin semâ, semâzen ve
benzeri mevlevî sembolleri olduğunu görmekteyiz. Özellikle 2000‘li yılların
ikinci yarısından itibaren yaygınlaşan bu tarz filmler, renkli semâzen
kıyafetleri, kadın semâzenler, semâ ve dans karışımı figürlerle daha da ilgi
çekici ve turistik bir görsel temsile dönüştürülmekte ve ülkenin dış dünyaya
tanıtımında önemli vitrin(!) olarak kullanılmaktadır. Geniş bilgi için bakınız:
Adem Bölükbaşı, Türkiye’de Bir Popüler Kültür Alanı Olarak Tasavvuf:Mevlânâ Ve
Mevlevilik Örneği, Basılmamış Y.L.Tezi, s.107-114,İstanbul,2011
[3] http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3028
[4] http://akademik.semazen.net/author_article_print.php?id=845
[5] http://www.yeniaktuel.com.tr/top104,146@2100.html
[6] http://www.tevhidnesli.de/4_c–Ue-nl.ue.-Vahdeti-v.ue.c.ue.dcular-.htm
[7] Günlük bir gazete kupüründen: “Büyük İslam mutasavvıfı
MevlânâCelaleddin-i Rumi’nin vefatının 740. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen
Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) töreni Konya Mevlana Kültür Merkezi’nde
gerçekleştirildi. Törene, Başbakan Erdoğan, eşi Emine Erdoğan, CHP lideri Kemal
Kılıçdaroğlu, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, Lübnan Başbakanı Necip Mikati, Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi,
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, İslam İşbirliği
Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddinİhsanoğlu, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı
Salih Kapusuz, AK Parti Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, AK Parti Kadın
Kolları Başkanı Güldal Akşit de katıldı. Başbakan Erdoğan, salona girişi
sırasında CHP lideri Kılıçdaroğlu ile tokalaştı. Törende, Ahmet Özhan’ın
tasavvuf müziği konserinin ardından sema ayini icra edildi.” http://yenisafak.com.tr/politika-haber/seb-i-arus-bulusmasi-18.12.2013-594512
[8]Ebu’lFerecİbnul-Cevzi, Telbis-i İblis’den naklen İbrahim
Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları, s. 9-15.
[9] Hayatı hakkında geniş bilgi için bakınız: Türkiye Diyanet İslam
Ansiklopedisi, “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî” Maddesi,
c.29, s.441-448, Ankara,2004
[10] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve çevresi hakkında ilk menâkıbnâmelerden
biri olan Risâle-i Sipehsâlâr’ın müellifi Ferîdûn b. Ahmed-i
Sipehsâlârdır.616’da (1219) doğan Ferîdûn, Anadolu Selçukluları sarayında
sipehsâlâr (kumandan) olarak görev yaptığından bu unvanla tanınmıştır. Küçük
yaşlardan itibaren BahâeddinVeled’in meclislerine devam etmiş ve kendi
ifadesine göre kırk yıl kadar Mevlânâ’ya hizmet etmiştir. Bak: Türkiye Diyanet
İslam Ansiklopedisi, c.37, s.270
[11]ŞemseddînAhmed el-Eflâkî el-Ârifî (ö. 761/1360).Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
ve etrafındakileri anlatan Menâkıbü’l-ârifîn adlı eserin
yazarı.Mevlânâ’nın oğlu Ulu Ârif Çelebi’ye (ö. 1316) intisap ederek ölümüne
kadar yanından ayrılmayan Eflâkî, onun Azerbaycan ve Anadolu seyahatlerine
katıldı. Şeyhinin isteği üzerine Menâkıbü’l-ârifîn’in ilk şekli olan
Menâkıbü’l-ârifîn ve merâtibü’l-kâşifîn adlı eserini yazdı.30 Receb 761’de (16
Haziran 1360) vefat etti. Geniş bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam
Ansiklopedisi, c.2, s.62
[12] Mehmet Aydın, Mevlânâ ve Sufizm, NKM Yayınları, Konya 2001, s. 15-16
[13] 9. yüzyılda Horasan bölgesinde ortaya çıkıp daha sonra bütün
İslâm dünyasında yaygınlık kazanan tasavvuf anlayışı.Hamdûn el-Kassâr, EbûHafs
el-Haddâd, Ebû Osman el-Hîrî gibi öncüleri olan bu harekette; fakr ve
tecerrüd esastır. Toplumu ve dünyayı alabildiğince dışlamak, aynı temel
felsefeyi benimsemiş olan eski Hint-İran mistik geleneğinden mülhemdir.
[14] Hayatı ve fikirleri hakkında bakınız: Muhammed İmamoğlu, “Tasavvuf
Risâlesi-4”, Genç Birikim Dergisi, Mart 2014 sayısı http://www.gencbirikim.net/tasavvuf-risalesi-4/
[15]Prof.Dr. Hayrettin Karaman bu gruptakilerden biridir. Bkz:http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0497.htm
[16] Rubâîler, Şefik Can neşri, 1311. rubâî
[17]Televizyonlarda tasavvuf ve Mevlânâ yorumcusu olarak baş gösteren, İslamî
geçinen kanallarda bile itibar gören CemalnurSargut (d. 1952; İstanbul, eğitimini kimya mühendisliği
dalında tamamlamıştır) Habertürk gazetesi muhabirinin : “Neden başınızı
örtmüyorsunuz?” suâline: “Tesettürün insanın gönlünde olduğuna iman ediyorum.
Esas önemli olan çirkin huyların ve aynı ölçüde aşırı güzelliklerin
örtülmesidir. İslam eşittir tesettür diye bir şey oldu. Hâlbuki İslam’ın beş
şartı içinde tesettür yok. Ayrıca da İslam güzel ahlaktır. Sohbetlerimde
başında şapkalı artist hanımefendiyle baştan aşağı çarşaflı hanımefendi kolkola
beraber ağlıyorlar. Benim için bu birleştirici etkiden daha büyük bir lütuf
yok.” deme cüretini gösteren Atatürkçü ve dinler arası diyalogcu bir
Mevlevi’dir.
[18]http://arsiv.sabah.com.tr/2009/01/04/pz/haber,BB5B21B5744F424A95A76A1576EFD5A2.html
[19]Abdulbaki Gölpınarlı, Mesnevî ve Şerhi, c. I, s. 554, b. 3350-3355.
[20]Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifîn , II, 205
[21] Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 38, s.511
[22]Prof.Dr. Mikâil Bayram, Ahî Evren-Mevlânâ Mücadelesi, s. 139-142, 155-157,
Konya, 2005
[23]Menâkıbü’l-ârifîn’de şu hadise nakledilir: “Bir gün kıskanç fakihler inkar
ve inatları sebebiyle Mevlânâ’dan: ‘ Şarap helal mıdır veya haram mı?” diye
sordular. Onların maksadı Şemseddin’in şerefine dokunmaktı. Mevlânâ kinaye yolu
ile “İçse ne çıkar: Çünkü bir tulum şarabı denize dökseler deniz değişmez ve
denizi bulandırmaz. Bu denizin suyu ile abdest almak ve onu içmek caizdir.
Fakat küçücük havuzu şüphesiz bir damla şarap pisletir. Böylece tuzlu denize
düşen herşey tuz hükmüne girer. Açık cevap şudur ki, eğer Mevlana Şemseddin
şarap içiyorsa, her şey ona mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin
gibi bir kız kardeşi fahişe yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.’ Buyurdu.”
(Cilt 2, Sf. 72)
[24]Cevlakî dervişleri dünya değerlerine itibar etmeyen, içinde yaşadıkları
toplumun inanç ve bazı geleneklerinin dışında kılık kıyafet ve yaşama
şekilleriyle günlük hayatlarını sürdüren sufilerdir. Cevlakiler’in helal ve
mübah saymadıkları hiçbir haram yoktur. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, şarap içer,
hiçbir küfürden de sakınmazlardı. Dilencilikle geçinirlerdi. Kalenderîler,
insan yüzünü Allah’ın mazharı kabul ettiklerinden, o güzelliğin tam olarak
görülmesi gayesiyle üzerindeki tüm kılları ustura ile alırlardı. Ki bunu,
Budist rahiplerden almışlardır. Cevlakıyye, Kalenderiyye diye de
adlandırılır.
[25]Prof.Dr. Mikâil Bayram, Ahî Evren-Mevlânâ Mücadelesi, s. 139-142
[26] Allah’tan başka hiçbir hakiki vücut kabul etmeyen, bütün varlıkları
Mutlak Vücud’un isim ve sıfatlarının tezahürü, tecellisi sayarak hakiki varlığa
nazaran onların ezeli ve ebedi yokluğu ifade ettiğini, keşf ve tecrübe yoluyla
ortaya koyan tasavvufi bir meslektir.CemalnurSargut aynen şöyle demektedir;
“Aslında vahdet-i vücûd fikrine inanan ve kendini fenâ mertebesine ulaşmış
olarak gören bir sûfî, doğal olarak Yaratıcı’nın sahip olduğu niteliklere,
kendisinin de sahip olduğunu düşünür.”(CemalnurSargut, Allah Dostu Harakanî
Hazretleri, Zaman Gazetesi, 14 Ekim 2012)
[27] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik:
Kalenderîler (XIV-XVII Yüzyıllar), s.75-79, Ankara, 1992
[28]Ahmed Eflaki,Menâkıbü’l-ârifîn (Ariflerin Menkıbeleri), c.2,s.79-80, MEB
yay., 1953 |
[29] A. Gölpınarlı, “Mevlana Celaleddin”,s.58,İnkılap Kitapevi, 1999
[30]Abdulbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985,
Dördüncü Basım., sayfa 292
[31] 95 (714) veya 99 (718) yılında Basra’da doğdu. Fakir bir ailenin
dördüncü kızı olduğu için “Râbia” ismi verilmiştir. Kays b. Adî kabilesinin
âzatlı kölesi olduğundan Adeviyye veya Kaysiyye nisbeleriyle anılmıştır.
Râbia’yı diğer sûfîlerden ayıran husus onun zühd anlayışını ilâhî aşk fikriyle
tamamlamasıdır. Hac’dan sonra Basra’ya yerleşen Râbia kendisine yapılan evlenme
tekliflerini reddetmiştir. Râbia’nın bu tavrının kökeninde zühd anlayışı ve
evliliğin ilâhî aşkın önünde perde olması düşüncesi vardır. Dünyevî nikâhın
kişiyi Hak’tan uzaklaştırdığını söyleyen Râbia, Hak ile dâimî beraberliğe
işaret eden mânevî ve ruhanî nikâh anlayışını benimsemiştir. Çağdaş Arap
müelliflerden Abdurrahman Bedevî, Râbia’nın hıristiyan mistiklerden
etkilendiğini ileri sürerken Abdülmün‘im el-Hifnî bu görüşü eleştirerek
İslâm’da ve Hıristiyanlık’taki aşk anlayışının tamamıyla farklı olduğunu,
Râbia’nın vahdet-i vücûd temelli ilâhî aşk anlayışını benimsediğini
vurgulamıştır. Her halükarda Vahdet-i vücut denilen sapkın düşüncenin
mensuplarındandır. Geniş bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam
Ansiklopedisi, cilt: 34, sayfa: 380-382
[32] 244’te (858) İran’ın Fars eyaletinde bulunan Beyzâ’nın
kuzeydoğusundaki Tûr’da doğdu. Asıl adı Hüseyin olduğu halde İran’da ve
Osmanlılar ’da daha çok Mansûr ve Hallâc-ı Mansûr şeklinde babasının adıyla
anılmıştır. Abbâsî Devleti kadısı Ebû Ömer Muhammed b. Yûsuf el-Ezdî’nin
verdiği fetva ile 24 Zilkade 309 (26 Mart 922) tarihinde Bağdat’ın Bâbüttâk
denilen semtinde idam edildi. Hallâc-ı Mansûr’un öldürülme sebebi hakkında,
Abbâsîler’e karşı ayaklanmış olan Karmatîler’le gizlice mektuplaştığı,
“enelhak” sözüyle ulûhiyyet iddiasında bulunduğu, haccın farziyetini inkâr edip
yeni bir hac anlayışı ortaya koyduğu şeklinde çeşitli iddialar ileri
sürülmüştür. Hallâc’a göre bütün dinler esas itibariyle birdir. Aynı hakikate
değişik açılardan bakmaları dinlerdeki farklılığın kaynağını oluşturmuştur.
Dinlerin birliği esastır; bütün din mensuplarının hedefi ve istedikleri şey
aynıdır. Bu yönden hepsi hak üzeredir. İbn Hazm, Bâkıllânî,
İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, İbn Hacer, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, İbn Teymiyye,
İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Haldûn, İbn Kesîr, Kâdî İyâz ve Zehebî başta olmak
üzere birçok hadis, fıkıh ve kelâm âlimi Hallâc’ı bir zındık olarak görmüş,
idamından sonra asırlar geçtiği halde verdiği fetvalarla idamının haklılığını
ve gerekliliğini savunmuşlardır. Geniş bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam
Ansiklopedisi, ‘Hallâc-ı Mansûr’ Maddesi, cilt: 15,
sayfa: 377-381, İstanbul, 1989
[33] İmam Gazzâlî’nin kardeşi, vâiz ve mutasavvıf şahsiyettir. İmam
Gazzâlî ilim, mârifet, şer‘î hükümler ve ahlâkî kaidelere öncelik tanıyan bir
tasavvuf anlayışını hâkim kılmaya uğraşırken, o aşk ve vecde önem veren bir
tasavvuf anlayışını yaymaya çalışmıştır. Tasavvufî hayatın esasını semâ, aşk,
vecd, cezbe ve şevkten ibaret görenler, Ahmed el-Gazzâlî’yi İmam Gazzâlî’den
üstün tutarlar. Geniş bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam
Ansiklopedisi, ‘Ahmed el-Gazzâlî’ Maddesi, c.2, s.70, İstanbul, 1989
[34]Mevlana, Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 373, b. 3419-3420, çev. ve Haz. Abdulbâki
Gölpınarlı, Ankara, 1992
[35] Mehmet Demirci, Yunus Emre’de İlahi Aşk ve İnsan Sevgisi, s. 18.,
İstanbul,1997
[36] Zuhal Çelik, Mevlana’da Akıl ve Aşk İlişkisi, s.40, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Dokuz Eylül Ünv.,İzmir, 2006
[37] Mevlana, Mecâlis-i Seb’a, s. 70. çev. ve Haz. Abdülbâki Gölpınarlı,
Konya, 1965
[38] Mevlana, Rubâiler, c. I, s. 82, b. 394. çev. Nuri Gençosman,
İstanbul, 1974
[39] Zuhal Çelik, Mevlana’da Akıl ve Aşk İlişkisi, s. 72
[40] Zuhal Çelik, Mevlana’da Akıl ve Aşk İlişkisi, s.35-65
[41] Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, ‘Aşk’ maddesi, c.4, s.11-16
[42] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 615
[43] Ebü’l-Ferec Cemâleddin Abdurrahmân b. Alî b. Muhammed el-Bağdâdî 510
(1116) yılı civarında Bağdat’ta doğdu. Soyu Hz. Ebû Bekir’e
dayanır. Seksenden fazla âlimden ilim tahsil etti. Hayatının geri
kalan kısmını Bağdat’ta irşad faaliyetlerine devam ederek geçirdi. 12 Ramazan
597 (16 Haziran 1201) tarihinde vefat etti ve Bâbü Harb Kabristanı’nda bulunan
Ahmed b. Hanbel’in mezarının yanına defnedildi. İbnü’l-Cevzî tarih, biyografi,
hadis, tefsir ve akaid alanlarında eser telif etmiş, aynı zamanda çok sayıda
öğrenci yetiştirmiştir. Selefî-kelâmî bir çizgide yer alan İbnü’l-Cevzî
aklı sınırlı bilgi kaynağı olarak görmüş, ilhamın nasların önüne
geçirilemeyeceğini belirterek mutasavvıfenin fikirlerini eleştirmiştir. Türkiye
Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt: 20, sayfa: 543-549,
İstanbul, 1989
[44] İbnü’l-Cevzî, Zemmü’l-hevâ, Kahire 1962, s. 458-485;
[45] İbn Kayyim el-Cevziyye, Ravzatü’l-muhibbîn ve nüzhetü’l-müştâkın,
Beyrut 1983, s. 15-16, 85, 130, 263
[46] El-Keşşâf, I, 647
[47] Ahmet Kalkan, Allah ve Resulü İçin Aşk ve Sevgili Tabiri Doğru mu ?,
Basiret Dergisi
[48] http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3028
[49] Hülya Uzun, “İslami Uyanış, Çoklu Modernlik ve Popüler Kültür
Bağlamında Mevlevi Semasının Dönüşümü: Afyonkarahisar Örnek Olayı,
s.40,Basılmamış Doktora Tezi, İzmir,2012
[50] Hasan Hüseyin Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, s.81, Ötüken
Neşriyat, İstanbul, 2007
[51] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.380-382,
İnkılâp Yayınları, Birinci Basım, İstanbul,
[52] Hasan Hüseyin Top, A.g.e., s. 86-89
[53] Anadolu Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in karısı. Asıl adı
Tamar’dır. Prenses Tamar 13. yüzyılda, Kraliçe Rusudan ve Selçuklu sultanı II.
Tuğrul’un oğlu olan Mugiseddin’in kızı olarak doğdu. Gürcü Hatun olarak ünlenen
Tamar’ın içsel olarak Hıristiyan inancını koruduğu, son dönemde Müslüman olduğu
söylenir. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra Anadolu Selçuklu
Devleti’nin yönetimi vezir Muineddin Süleyman Pervane’nin eline geçti. O
zamanki geleneklere uyarak dul Gürcü Hatun Vezir Pervane ile evlendi. Gürcü
Hatun, Mevlana Celaleddin Rumi’nin dostluğuna da sahip biriydi. Gürcü Hatun’un
isteğiyle Rumi’nin ilk portresi yapıldı. Anadolu Selçuklu mimarisinde önemli
bir yeri olan Mevlana Türbesi de doğrudan Gürcü Hatun’un isteğiyle yapıldı. Bak:
İsmail Çiftçioğlu, Sultan Veled’in Mevlevîliği Teşkilâtlandırma ve Yayma
Çabaları, s.93-110, Türk Dünyası Araştırmaları, 2008
[54] Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, (çev. Tahsin Yazıcı),s.
389, Kabalcı Yayınevi, Birinci Basım, İstanbul, 2006
[55] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin Hayatı-Eserleri- Felsefesi,
s.129, İnkılâp Yayınevi, Yedinci Basım, İstanbul, 1999
[56] Fakih el-Heysemi, Keffu’r-Rua an İstinai Alati’s-Sema, s. 50
[57] Allame Alûsi, Ruhu’l-Meani, c.11,s. 70
[58] İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye, “el-Kelamu fi Mes’eleti’s-Sema” ,
s.106-108
[59]Allame Alûsi, Ruhu’l-Meani, c.11,s. 72-73
[60] Şeyhulislam el Ensari, El İ’lam vel İhtimam, s.490 -491
[61] Şemseddin
Tebrizi (1183/4-1247/8) bir bâtıni İsmailidir. Ancak sıradan bir İsmaili değil;
bir İsmaili İmamının oğlu ve Huccet (zamanın İmamının tanığı,
vekili), diğer söylemle baş Dai makamında bulunan bir sufidir.
Menâkıb kitaplarında şu menkıbe nakledilir: “Mevlânâ’nın bir oda ağzına kadar
dolu kitapları vardı. Şems; bu kitapları havuza atmasını söyledi. Mevlânâ
kitapları kucağına doldurup havuza atıyordu. En sonunda bir kitap kalmıştı. Bu
kitap yanında çok kıymetli idi. Onu da suya atınca, Mevlânâ’nın kalbi karıştı.
Bu büyük zâtsa, kitapları neden suya attırdı, diye kalbine geldi. Şems;
Mevlânâ’ya ne düşündüğünü sordu. Mevlânâ: – En son attığım kitap, babamdan
kalma ve benim için çok mühimdi. İçinde ezberimde olmayan bir çok mevzular vardı. Şems eline
uzun bir değnek alıp havuzu karıştırdı. O kitap ne zaman suyun yüzüne çıkarsa
bana haber ver, dedi. Bir zaman sonra karıştıra karıştıra kitap suyun yüzüne
çıktı. Mevlânâ: İşte bu kitaptır, deyince Şems: Bismillah, deyip
kitabı eline aldı ve Mevlânâ’ya uzattı. Mevlânâ kitabı açtı, hayret etti.
Saatlerce suyun içerisinde duran kitabın hiç bir yerine yaş değmemiş, kitabın
içerisinden toz dökülüyor.Şems’e sordu: Bu kitabın her tarafının
yaşarması, hatta dağılması lâzımdı. Hiç bir yeri yaşarmamış. Sanki hiç suyun
içine atılmamış. Nasıl oldu böyle? Şems: Ben, sana bunu öğretmeye
çalışıyorum. Sen kafanı kitaplara takıyorsun deyince, Mevlânâ kendiliğinden o
kitabı da suya attı.” ( http://www.zamandayolculuk.com/cetinbal/HTMLdosya1/Mevlana-2.htm)
[62]Mevlana hayranı yazar Fürûzanfer “ülemânın kîl u kâl’ı” cümlesiyle İslâm
fıkhını öğrenen ve öğreten âlimlerimizle alay etmektedir. Bilmeyenler için
ifade edelim ki, kîl u kâl: Gıybet, dedikodu, faydası olmayan, gereğinden
fazla uzatılmış her söz anlamında kullanılmaktadır. Tasavvufçular (istisnaları
var tabi ki) öğrenerek ve çalışarak ilim tahsil etmenin uzun ve yorucu bir yol
olduğunu, bu yolla kazanılan ilmin derecesi ne kadar olursa olsun yetersiz,
şüpheli ve zahir bir ilim olduğunu söylerler. Onlara göre kâmil ve tam ilim,
keşf ve ilham yolu ile kişinin kalbinde meydana gelen ilimdir. İbn el-Cevzi’nin
bu konudaki tespitini nakledelim:”Âlemde ilimden daha şerefli bir şey yoktur.
Nasıl olsun ki?! İlim delildir. Yok, olursa, dalalet olur. Şeytanın en gizli
tuzaklarından biri de en üstün ibadet olan ilimden alıkoymak için insanın
nefsinde taabbudi süslemesidir. Hatta Öncekilerden bir cemaat için bunu süslü
göstermiş, onlar da kitaplarını toplayıp denize atmışlardır… Şeytanın
tasavvufçulara oyunu o kadar büyük olmuş ki, onlardan bir cemaat talebe ve
müridlerinin mürekkep hokkası bile taşımalarını yasaklamışlardır… İşte bu
İblis’in en gizli oyunlarından biridir. Bu gizli oyundan ve aldanmadan sakın!
Çünkü ilim en büyük asıl ve en büyük nurdur. Hatta ilim tahsili için yaprak
çevirmek oruç, namaz, hac ve cihaddan büyük olabilir. İlimden yüz çeviren nice
kişi taabbudunda (ibadete kapanmasında) heva ve heves azabı içine dalmakta,
nafilelerle birçok farzları yok etmekte ve daha üstün olduğunu sandığı şeylere
dalıp vacibi ihmal etmektedir.(İhtisâren İbn el-Cevzi, Saydu’l-Hatır,
1/144-146, Tah. Ali Tantavi-Naci Tantavi, Daru’l-Fikr)
[63] Fürûzanfer, Mevlana Celaleddin, s. 88, MEB yayınları, İstanbul,1987
[64] Yukarıda verilen cilt ve sayfa numaraları için bak: Mesnevi,
Çeviren: Veled İzbudak/ Gözden Geçiren: Abdulbaki Gölpınarlı/ Şark İslam
Klasikleri/ Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları
[65] http://www.sorularlaislamiyet.com/article/16559/mevlana-hazretlerinin-mesnevi-sinde-gecen-mustehcen-hikayeler
[66] Tülay Tokmak, Mevlânâ Düşüncesinde Kadın, Cumhuriyet Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas, 2006
[67] Mesnevî’de geçen erotik hikâyelerin derlenip toplanmasıyla bir
kitap bile yazılmıştır. Bakınız: Turan Tektaş, Mesnevi’den Erotik Hikayeler,
Manifesto Kitap, İstanbul, 2009
[68] 1208-09 yıllarında Malatya’da doğdu. Sadreddin Konevî, 1221 yılında
babasını dokuz-on yaşlarda iken kaybetti. O yıllarda Anadolu’ya gelen
Muhyiddin-i Arabî, annesiyle evlendi. Muhyiddin-i Arabi ile birlikte Halep
ve Şam’a gitti. Konevî uzun bir Suriye, Mısır ve Hac yolculuğundan sonra 1241
yılında Konya’ya yerleşti. Bundan sonra vefatına kadar Konya’dan ayrılmadı.
Mevlâna, kendi cenaze namazının Sadreddin Konevî tarafından kıldırılmasını
vasiyet etti. Sadreddin Konevî, 1274 yılında vefat etti. Sadreddin
Konevî, vahdet-i vücut düşüncesinin Muhyiddin Arabî’den sonraki en önemli temsilcisi
idi.
[69] İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.147,Türkiye Gazetesi Yayınları,
İstanbul
[70]Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden Bir Testi Su, s.12, Erkam Yay. 1998,
İstanbul
[71] İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.147
[72] Mevlânâ. Mesnevî. M.E.B. Çev.Veled İzbudak. İst.1990,c1,
Birinci Önsöz
[73] 1877 tarihinde İstanbul Taşkasap’ta (Fındıkzade) doğdu. Dönemin en
iyi semâzenleri arasında yer aldı. Beyânülhak, Sırât-ı Müstakîm ve
Sebîlürreşâd’da İslâm tarihine ve günlük meselelere dair yazıları yayımlandı.
Şapkaya ve inkılâplara karşı olma suçlamasıyla İstanbul’da tutuklandı.
Ankara’daki yargılamalarda beraat edip İstanbul’a döndü. Soyadı kanunu çıkınca
Olgun soyadını aldı. 21 Haziran 1951’de vefat etti. Cenazesi vasiyeti üzerine
Yenikapı Mevlevîhânesi’ne defnedildi.
[74] Tahirul Mevlevi, Mesnevi Şerhi, c.1,s.36-38, Selam Yayınları,
İstanbul,1963
[75] Mevlânâ konusunda fikirlerimizi şifahen ifade ettiğimiz nice yerde:
“Sen Allah dostlarına çatıyorsun veya evliyayı inkâr ediyorsun veya kerameti
inkâr ediyorsun.” gibi ithamlara uğradık maalesef…
[76] Arif Çiftçi, Veli ve Evliya Terimleri Üzerine, Haksöz Dergisi, 11
Şubat 1992
[77] https://www.facebook.com/MEVLANA.GERCEGI/posts/532050286806069 Prof. Dr. Mikail Bayram’ın
Nüve Yayınları’ndan çıkan ‘Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren- Mevlana
Mücadelesi’ adlı kitabından iktibas
Moğolların bu şekilde birçok defa
Mevlana’ya para ve değerli hediyeler gönderdiğini Ahmed Eflaki anlatır. Üstelik
bu paralar Moğolların el koyduğu Türkmenlerin paralarıdır. Bir defasında da
Moğol hazinedarı Mevlana’yı özel olarak ziyarete gelmiş, ona 1000 dinar para
vermiştir. O dönem için bu çok külliyetli bir paradır (1 deve 10 dinardı).
Bunun gibi daha pek çok örnekler bulunmaktadır.
[78] Ahmet Eflaki, Menâkıbul ârifin (Ariflerin Menkıbeleri), Şark İslam
Klasikleri, s.489, M.E B. Yayınları
[79] Peygamberimizin Tebük Savaşı dönüşünde söylediği iddia edilen bu söz
için Büyük muhaddis İbn Hacer el-Askalânî, “Bu, dilden dile dolaşan bir sözdür
fakat (Peygamberimize değil) İbrahim b. Ebi Able’ye aittir.” demiştir.
Aliyyü’l-Kârî, bu rivayetin İmam Gazali’nin “İhyâ-u Ulumiddîn” adlı kitabında
geçtiğini, İhyâ’nın hadislerini değerlendiren el-Irâkî ise bunu İmam
Beyhakî’nin “bu hadisin senedi zayıftır” notu ile rivayet
ettiğini belirtmiştir. (Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa, s: 211,
hadis no: 211. Ayrıca bkz: el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c: 1, s:
424-425, hadis no: 1362) İbn Teymiye bu rivayet için: “aslı yoktur.
Peygamberimizin söz ve fillerini iyi bilen hiçbir âlim böyle bir hadis rivayet
etmemiştir. Kâfirlerle cihad en büyük amellerdendir” demiştir. (İbn
Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, c: 11, s: 197)
[80] Mevlânâ, Mesnevî,1430.
[81] Eflaki, Menakibü-l Ârifin, II, 925-926
Mevlana’nın torunu Ulu Arif
Çelebi’nin bu sözleri, Fethullah Gülen’in şu cümleleriyle ne kadar uyum arz
ediyor: “Amerika ile dostça geçinmeden ve Amerika istemeden,
dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimseye ve hiçbir şey yaptırmazlar… Şimdi bazı
gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik
yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığımız
sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika daha uzun zaman
dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli,
Amerika göz ardı edilerek, şurada veya burada kendi başına bir iş yapılmaya
kalkışılmamalıdır… Rusya bile sizi desteklese, eğer Amerika istemezse, işinizi
bozacaktır… Çünkü Amerika kendi işlerinin bozulmamasından yanadır. Bu da
yadırganmamalıdır ”( Nevval Sevindi, 22 Temmuz 1997 tarihli Yeni
Yüzyıl gazetesinin 5. sayfada yayınladığı “Fethullah Gülen’le New York sohbeti)
Mantalite aynı: Güce tapınma…
[82] M. H. Egeli, Atatürk”ten Bilinmeyen Hatıralar, 2. Baskı,
İstanbul, 1959, ss.70-1
[83] M. Kemal, tekke ve zaviyeleri kapamasına rağmen Mevlana’dan
vazgeçmemiş inkilâplarını uygulamak için onun felsefesinden faydalanmıştır.
Tarikatların kapatılmasından sonra, başta Konya”daki olmak üzere, Mevlevî
dergâhlarının bir kısmı, 1926 yılında müzeye çevrilmiştir. Konuyla ilgili
bakanlar kurulu kararları için, bkz. BCA, no. 259–6, tarihi: 6.4.1926.
[84] http://rumimevlevi.com/tr/ataturk/mevlana-rumi-ve-atat%C3%BCrk
[85]http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=siyaset&KategoriID=4&ArticleID=1029565&Date=18.12.2008&b=Mevlana%20bulusturdu
[86] http://www.zaman.com.tr/yorum_yorum-ibrahim-ozdemir-batili-insan-mevlanayi-neden-okuyor_771038.html
[87] Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü ya
da UNESCO (United Nations Educational, Scientific
and Cultural Organization), Birleşmiş Milletler‘in özel bir kurumu olarak 1946
yılında kurulmuştur. Merkezi Paris‘te bulunan ve Genel Konferans,
Yürütme Konseyi, Sekreterlik olmak üzere üç organı olan UNESCO eğitim, bilim ve
kültür alanlarındaki amaçlarını kendisine üye olan her devlette kurulan Milli
Komisyonlar aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
[88] Medeniyetler İttifakı fikri ilk olarak İspanya Başbakanı Luis Rodríguez
Zapatero‘nun 21
Ekim 2004‘te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı
konuşmada ortaya atıldı. Başbakan Luis Rodriguez Zapatero ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan‘ın
başlattığı, BM`nin desteğini alan Medeniyetler İttifakı projesi çerçevesinde
ilk toplantısını 27-29 Kasım 2005 tarihlerinde İspanya‘nın Palma de Mallorca kentinde gerçekleştirdi. 25-28
Şubat 2006 tarihleri arasında Katar‘ın Doha kentinde ikinci toplantı
yapıldı. Üçüncü toplantısını ise Mayıs 2006’da Dakar‘da gerçekleştirdi. Medeniyetler
İttifakı girişiminin nihai taslağının kamuoyuna açıklandığı dördüncü toplantı
13-15 Kasım 2006 tarihlerinde İstanbul‘da yapıldı.
[89] RAND şirketi (Araştırma ve Geliştirme anlamında, İngilizce Research
ANd Development baş harflerinden) ilk önceleri Amerika Birleşik
Devletleri silahlı
kuvvetleri için araştırma ve geliştirme yapması maksadıyla 1946 yılında Project
RAND ismiyle Douglas Havacılık
Şirketi tarafından
ABD Santa Monica’da kurulmuştur. Organizasyon ABD hükümetine, Milli
güvenlik konularında stratejiler üretme konularındaki çalışmalarını
yoğunlaştırmıştır. Şirket eğitim, sağlık, hukuk ve bilim alanlarında da
araştırmalar yapmaktadır.
[90] “Cihad ruhunu yitirmiş bir İslam” türetmek üzere dünya çapında
“Ilımlı İslam” prototipleri imalatı çabasında olan ve ülkemizde de bu
prototiplere kuluçkalık etme kapasitesi olan kişi ve gruplara kucak açan Batılı
stratejistlerin ılımlı İslam’dan söz ederken kasdettikleri şey atıl, pasif ve
uysal bir İslam portresidir. Yani Amerikan hegomanyasına karşı çıkmayacak,
sınırları Batı tarafından çizilmiş, alanı daraltılmış bir İslam…” Geniş
bilgi için bakınız:Ubeydullah Toprak, Ilımlı İslam(!), http://www.gencbirikim.net/radikal-islamin-ve-islami-terorun-panzehiri-ilimli-islam/
[91] http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=26487
Şia ile vahdetin olabileceğini
düşünenler; tarihlerini ve akidelerini tam olarak bilmemektedirler. Bu sebeple
de takıyye’ye kurban gitmektedirler. Birleşme ve anlaşma, bir tarafın sadakati,
diğer tarafın yalanı; bir tarafın ihlası, diğer tarafın hilesi ile mümkün
olmaz! Hıristiyanların “Diyalog” safsatasıyla ulaşmak istedikleri ile Şiilerin
“Vahdet” propagandasıyla ulaşmak istedikleri; nitelik açısından farklı olsa da
amaç bakımından aynıdır.Şia’nın “Vahdet” ile kastettiği, “mut’a nikahlı” bir
vahdettir! Bugün çıkarları gereği nikah(!) yapıp vahdet kurarlar belki; ama ne
zaman boşayacakları belli olmaz. Onlar nasıl ki mut’a ile “zina”yı
meşrulaştırmışlarsa(!), “vahdet” propagandası ile de düşmanlıklarını
meşrulaştırmaya(!), gizlemeye, şirin gözükmeye ve bu şekilde ehl-i Sünnet’e
“sahip olmaya” çalışmaktadırlar.
Emperyalizm ve siyonizmle mücadele
söylemlerini dillerine dolayan ve Şiîlerle uğraşmanın kâfirlerin planlarını
hızlandırmaya yarayacağını iddia edenler, nasıl bir yanılgı içerisinde
olduklarını çok yakında göreceklerdir. Bölge ülkelerinin Şiî iktidarlara
devredilmesi, bölge ülkelerindeki Şiî yayılmacılığı ve Şia ile vahdet üzerinde
bu kadar durulması emperyalizm ve siyonizmin ortaklaşa yürüttükleri projenin ta
kendisidir. Bölge Şiîleştirildiğinde, BOP’un hayata geçirilmesi daha
kolaylaşacaktır. Bu yüzdendir ki; Irak’ta, Afganistan’da ve sair diğer
bölgelerde cihad edenler, katledilenler, ırzları kirletilenler Ehl-i Sünne
muvahhidlerken; satanlar, işbirliği yapanlar ve ucuz kahramanlıklara soyunanlar
Şiîler olmaktadır. Bkz:http://bilalhattab.wordpress.com/2013/04/23/httpbilalhattab-files-wordpress-com201304c59fia-ve-ehl-i-sc3bcnnet-risalesi-pdf/
[92]
Celaleddin Rumi, Türk/İslam dünyasının, Türkçe konuşmayan, İran asıllı en büyük
şairlerinden biridir. O İran’ın Belh kentinde doğmuştur. Mesnevi”deki tasavvuf,
İran düşüncesinin, din ve dünyayı mistik tarzda yorumlamasının bir sentezidir.
Mesnevisini Farsça yazmış olması ve Farisi kültür unsurlarından etkilenmiş
bulunması İranlıların Mevlânâ’yı sevmelerinin temel
sebeplerindendir. Mesnevi, İran’da ortaokullarda dört yıl boyunca
okutulur. Tebriz’in orta yerinde, karşılıklı duran iki çarşı vardır. Karşılıklı
duran ama birbirine kavuş(a)mayan bu iki çarşıdan birinin adı Mevlana,
diğerininkiyse Şems-i Tebrizidir. Aslında sapkın hulul ve vahdet-i vücûd inancı
üzerine olan Mevlanâ ve İbn-i Arabi’nin İran’da çok sevilmesi normal
karşılanmalıdır. Çünkü iki taraf da batınî akideye mensuptur. Ümmetin büyük
imamlarını akıllarınca yerin dibine sokan Şia sapıklarının Konevî, İbn
Arabî, Molla Camî ve Celaleddin er-Rûmî gibi mutasavvıflardan övgü ile söz
etmeleri, üzerinde düşünülmesi gereken meselelerdendir. Bkz: http://bilalhattab.wordpress.com/2012/06/26/sia-ile-ehl-i-sunnet-vahdetinin-onundeki-engeller/
[93]
Hristiyanlar için ‘cennete girecek’ diyen, daha 1. körfez savaşında Saddam’ın
güç bela attığı birkaç füzeden yaralanan İsrailli çocuklar için ‘sabahlara
kadar uyuyamadığını itiraf eden’, İslam dünyası ve Müslüman kavramını ‘böyle
bir coğrafya yok. Kendi doğrularıyla yaşayan insanlar var’ diyerek bir
kalemde silip atan, İslam coğrafyasının işgali için bir tek ciddi kelime ederek
itiraz etmek yerine ülkelerini savunan Müslümanları ‘terörist’ olarak
nitelendiren, daha da ötesinde tüm bu işleri kotaran ülkenin kucağında yatan
Fethullah Gülen’in Mevlânâ’nın çizgisini günümüzde takip ettiğinin ifade
edilmesi, doğru bir teşhis olmuştur.
[94] Zaman, “Avrupa Parlamentosu Mevlânâ ile tanıştı”, 28 Kasım 2007
[95] Nietzsche, Şen Bilim, çev. Ahmet İnam, İstanbul 2004, 89.
[96] Mustafa Tekin, Mevlânâ’nın Din Anlayışı, Tasavvuf, Yıl: 3, Sayı 7, s.
272.
[97] http://www.fikribeyan.net/1064_Egemenlerin–Problemsiz-(light)-Islam–Projesi—Prof-Dr-Ilhami-Guler.html
[98] http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=yazdir&tur=gazete&no=1014
[99] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
2/385-386.
[100] Ebu’l Ferec İbnul-Cevzi, Telbis-i İblis’den naklen
İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları, s. 9-15.
Hiç yorum yok:
Yeni yorumlara izin verilmiyor.